ZAMANIN İZİ

Yıllar önce, bir edebiyat dergisi, dizi başlatmıştı; doğup büyüdüğü kentleri yazacaktı yazarlar. Biga için ilk kez bir yazı yazmıştım ben de; bir milat gibi. Biraz uzunca ama evlere bağlı kaldığımız şu koronavirüs günlerinde sıkıcı gelmeyeceğini umuyorum.

PRİAPOS’UN KENTİ BİGA*

İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin “Cennet Sineması” adlı filminde bir bölüm vardır: Sinema tutkunu küçük Salvatore, kasabanın sinemasındaki yaşlı makinistin en yakın arkadaşıdır. Onun gibi sinema makinisti olmak istemektedir. Ancak kasabanın yaşlı makinisti Alfredo onu kasabaya mahkûm etme riski taşıyan bu tutkusundan uzaklaştırmaya çalışır, kovarcasına gitmesini ister. “Git” der, “mutlu olmak istiyorsan bu kasabadan git.” Salvatore küskün, makinist olma düşlerini yitirmiş bir biçimde çekip gider kasabadan.

Bu filmi kimbilir kaç kez, “her kasabada bir Alfredo vardır” diyerek izledim. Şunu da diyebilirdim: “Her kasabalının bir Alfredo’su vardır.”

Cennet Sineması’nın son bölümü de etkileyicidir. Salvatore, kasabayı terk etse de tutkusu onu bırakmamıştır; düşlerinin peşinden gitmiş ve ünlü bir sinema yönetmeni olmuştur. Alfredo’nun ölüm haberini alınca son görevini yapmak için kasabaya döner. Onu bekleyen tanımadığı, bilmediği bir kenttir. Çocukluğundan kalan tek şey, “bu meydan benim, bu meydan benim” diye herkesi kovalayan kasabanın delisidir! Deli, hâlâ meydanda dolanmakta aynı sözü yineleyip durmaktadır.

Küçük kentlerde, kasabalarda büyümüş olanlar bu sıradan gerçeğin nasıl bir imgeye karşılık geldiğini çok iyi bilirler. Tatillerde “Şöyle birkaç gün gidelim” denilerek dönülen kasabalarda değişmeyenlerin başında “kasabanın delileri” gelir. Onlar da yaşlanmıştır ama davranışları aynıdır, “deli”liklerine gerekçe oluşturan jest ve mimikleri, saplantısal sözleri aynıdır. Ne 12 Eylül faşizmini takmışlardır ne Özal döneminin hoyratlığını. Şimdilerde her yeri saran İslamcı dalgadan da etkilenmemişlerdir. Yaşam onlar için değişmeden akmaktadır. Onları görünce, çocukluğunuzda çekilmiş bir belgeselin en sevimli sahnelerini izler gibi olursunuz. Kareye bir yerlerden sizin başınız da girecektir belki; kısa pantolonlu, sümüklü, iki numaralı tıraşlı bir çocuk! Taşralı utangaçlığı ama merakıyla  kameraya gülümseyeceksiniz.

Aslında hepimiz öyleydik küçük kentlerde, kasabalarda. Erkekler kısa pantolonlu, sümüklü, iki numaralı tıraşlı kafalarıyla; kızlarsa, basma ya da pazen elbiseler, örülmüş saçlar, kalın külotlu çoraplar ve lastik ayakkabılarıyla doldururlardı sokakları, yangın yerlerini, boş arsaları.

Cumartesi öğleden sonraları, İlhan Demiraslan’ın o güzelim şiirinde dediği gibi “İşte zil çalmış mektep dağılmış / Mektepten çıkmışım cebimde bilyeler“le koştuğumuz sinemalarda biletimizi cart! diye ikiye bölen görevlinin iteklemesiyle karanlık bir salona dalardık; salon karanlıktı ama perde ışıl ışıldı. O perdede, görmediğimiz kentler vardı, imrendiğimiz insanlar, iç geçirerek baktığımız otomobillere biniyor, sevgilileri ile deniz kıyısına gidip çay içiyorlardı. “Sensiz yaşayamam Nalan!” diyorlardı, tahta masanın üzerindeki eli avcuna alarak. Genç kız bakışlarını denize çeviriyordu. Kamera, Kız Kulesi’ni ve oradan mutlaka geçmekte olan bir şehir hatları vapurunu görüntüye alıyordu. Yanımızdakilerden biri mutlaka “Lan işte burayı gördüm ben; vapura da bindim” diyordu, ergenliğin çatlak sesiyle. Arkalardan, yaşça büyük birine ait olduğunu anladığımız için itiraz edemediğimiz bir ses “S….ir lan, sen ne zaman gittin İstanbul’a, yalancı ibne” diyordu. Gülüşüyorduk. Ama Kız Kulesi, Eminönü, Galata Köprüsü, vapurlar birer “Alfredo” etkisi yapıyordu bize. Gitmeliydik…

Sinemalar, küçük kentlerdeki, kasabalardaki yaşamın en iyi tanığıdır. Eskiden… diyeceğim ama o kadar da eski değil; 70’lerin ilk yarısından söz ediyorum. Sinema “ailecek” gidilen bir hayal tapınağı gibiydi. Baba, anne ve çocukların, bazen de filmine göre nine ve dedelerin, yaşlı hala ve teyzelerin katıldığı bir etkinlikti sinema. Gündüzden, Belgin Doruk ya da Ayhan Işık, bir ses olarak dolaşırdı mahallelerde: “Bu akşam Marmara Sineması’nda… Aşk… nefret… ihanet ve bitmeyen bir ihtiras”ın sesi, bir delikanlının elindeki tenekeden yapılmış ilkel sesbüyütenle herkesi kışkırtırdı. Bundan sonrası belliydi. Anadolu kasabalarının denize düşmüş taşa benzeyen yalnızlığında çoğul olmanın tadıydı sinemaya gitmek. Gereçler de belliydi; çocuklar için frigo-gazoz, kabak çekirdeği. Kızların gizlice haber gönderdiği ispanyolpaça pantolonlu, büyük yakalı gömlekli “konuştuğum çocuk” için ise, “Bafra cigarası”. Annelerin vazgeçilmezleri ise, boy boy hırkalar ve kıyısı işlemeli beyaz mendillerdi; çünkü ağlanacaktır mutlaka…

Yazlık sinemalarda genç kızların üzerine yıldızlar yağardı sanki. İki sıra ötede oturan sevgiliyle tıpkı perdeden yansıyan aşk hayal edilirken, babalar oflayıp puflar ve ailenin namusuna halel gelmemesi için tahta sandalyelerde sıkıntıyla oturur, sabrederdi. Anneler, hemen her filmde yinelenen repliklerle; “Sana baba diyebilir miyim amca? – Senin annen bir melekti yavrum – Beni param için mi seviyorsun Cüneyt? – N’ayır, sen karanlık dünyamın ışığısın Nalan” sözleriyle dökülen gözyaşlarını narin hareketlerle kıyıları dantelli mendillere siler, bir yandan da çoluk çocuğun üşümemesi için omuzlarına hırkalarını yerleştirmeye uğraşırdı. Birkaç yıl sonra “konuştuğum oğlan/kız”, kasabalı söyleyişle “ünüverste”ye giderdi, sevgililer kasabada unutulurdu. Onlar, yani “ünüversteliler”, yazları kasabaya geldiklerinde –ki sonradan onlara 68’liler denecekti– giyimleriyle, rahat davranışlarıyla, konuştukları konularıyla bizim “Alfredo’muz” olmuşlardı, farkında bile olmadan. Onlar gibi gitmeli, “ünüverstede okumalı”ydık.

Birkaç yıl sonra bizler de üniversitelerin kapılarını zorla da olsa açmış, kasabayı “deliler”e emanet ederek çekip gitmiştik…

Ya gidemeseydik? Bu sorunun sinemadaki yanıtı “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı” filmleri olacaktı yıllar sonra. Aynı toprakların, aynı kültürün ve komşu kasabamızın çocuğu Nuri Bilge Ceylan, bu iki filmde bizim oraların insanlarını, yaşama bakışlarını, yoksunluklarını anlatacaktı.

Tarkovskivari diyebileceğimiz bir film olan Kasaba’da, kısılıp kalmışlığı ne güzel anlatır. Filmin siyah – beyaz olması bile etkileyici bir gerçekliktir. Kasabalar siyah ve beyazdır çünkü, farklı renklere asla yer yoktur.

                                               * * *

Biga… Doğduğum kasaba. Şimdi kasaba değil elbette, nüfusu 40.000’e varmış bir kent ama benim çocukluğumda; yani kendi bilincimle buluştuğum 60’ların ikinci yarısı ile 70’lerin ilk yarısında, 12.000 nüfuslu bir kasabaydı.

Batısında büyükçe bir tepe vardır; “Balıkkaya” denir. Tepeden iki yöne, kuzeye ve güneye iki sırt iner; tıpkı iki kol gibi. İşte Biga, o tepenin iki yamacında, onun kollarına sığınmış gibi dururdu. Önünden, “Kocabaş çayı” denilen, gerçekte adı “Granikos” olan ırmak akardı. Kasabanın üç yanı bir hilal gibi bağlarla çevriliydi. Granikos, kasabanın sınırıydı; yalnızca Biga Lisesi ve otobüs garajı vardı ırmağın öte yakasında. Hemen her ailenin büyüklü küçüklü bağları vardı. Bütün meyvelerin yanı sıra sebze de yetiştirilirdi. Baharla başlayıp kışa kadar süren bağ sefaları olurdu. Akşama doğru sepetler dolusu meyveler, kıvırcık marullar, domatesler, biberler taşınırdı evlere. Sıcak yaz gecelerinde, akşamsefalarının açma saatinde tulumbalardan serin sular çekilirdi, rakı bardaklarını doldursun diye. Pikaplardan – teyp sonraları bilinir oldu– cızırtılı sesler yayılırdı.

Yıllar sonra, kasabamızın birkaç kilometre kuzeyindeki antik kentin adının “Priapos” olduğunu öğrenince şaşırıp kalmıştım. Priapos, aynı zamanda bağ ve bahçe tanrısıydı mitolojide. Dionysos ve Afrodit’in oğluydu. Priapos’un ruhunun bizim çocukluğumuzda hâlâ oralarda bir yerlerde dolaşıyor olduğunu düşünmüştüm. Yoksa bağlardan canerikleri çalarken, “hacıyusuf elması” aşırırken, bizi bağ korucularına ispiyonlayan o muydu? Bağ korucuları bir metre uzunluğunda, bilek kalınlığında sopalarıyla ağacın dibinde bitiverirlerdi; “İnin lan aşağı sizi kopiller…”  diye seslenirlerdi. Eğer kaçamayacaksak ağlamaya hazır bir yüzle inerdik. “Kimin oğlusun bakayım?”la başlayan sorgulama, “Bir daha sizi buralarda görmeyeyim, yakışıyor mu size, babanız bir duysa…”lı yarı öğüt yarı tehditle biterdi. Tatlı, sulu canerikleri cebimizde kalırdı; dutlar gömlek eteklerimizde leke; kirazlar, vişneler mendillerimizde kıpkırmızı bir sevinç olarak kalırdı…

Tanrı Priapos’un Bigalı olduğunu bilmiyorduk o zamanlar. Ancak tarihi çok eskilere dayanan bir yerde yaşadığımızı söylerdi öğretmenler. O öğretmenler ki ince kravatları, manşetli ve kolalı yakalı gömlekleri, her zaman ütülü pantolonları, ince Clark bıyıkları, fötr şapkaları ile cumhuriyetin öğretmeniydiler. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildiğinde sınıfta gözyaşlarını tutamayacak kadar duyarlıydılar. Onlar anlatırdı, “Büyük İskender Anadolu’ya geçince, önce Homeros’un anlattığı Truva’ya geldi, Akhilleus’un mezarını ziyaret etti, sonra burada, Biga’da Granikos Savaşını yaptı. Pers ordularını yendi. Çocuklar, biliyor musunuz, bu savaşla Yunanistan’da tiranlar yıkıldı, demokrasi gelişti. Dünyada demokrasinin gelişmesinde Biga’nın da payı vardır.”  Öğretmenlerimiz bunları anlatırken biz ya kızların bacaklarına çimdik atıyorduk ya da dışarıda beyaza kesmiş akasya ağaçlarını izliyorduk. Nerden bilebilirdik öğretmenlerimizin Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu okuduklarını? Bilemezdik ki Truva’nın iki adım ötemizde olduğunu. Ama bütün bu anlatılanlar bir kulağımızdan girip öteki kulağımızdan çıkmamış ki bugün anımsayabiliyorum.

Siyah okul önlüğü giyip beyaz yakalık taktığımız ve bir cebimizde bilye, öteki cebimizde sapan taşıdığımız günlerde, kasabanın sokaklarında yazları öbek öbek Yunanlar boy gösterirdi. Neden buraya gelip gittiklerine çoğumuz anlam veremezdik. Sokaklarda dolaşırlar, fotoğraflar çekerler, bize sakız, çikolata verirler, büyüklerle üç beş sözcük Türkçe konuşurlardı. Elindeki sapanla karga avlayan biri sorardı sözgelimi: “Oğlum bu gâvurlar niye geliyor buraya?” İşte bu soruya ben bilgiç bilgiç yanıt verirdim: “Onlar burada yaşıyorlarmış eskiden, doğdukları yerleri ziyarete geliyorlar.” İnanmazdı arkadaşlarım ama ben bilirdim. Çünkü babaannem anlatırdı…

Babaannem, kocasıyla aynı adı taşıdığım için mi yoksa onu ilgiyle dinlediğim için mi bilmem, uzun kış gecelerinde beni odasına alır ve eski zamanlara ilişkin öyküler anlatırdı. Bizim “maşınga” dediğimiz kuzine, gürül gürül yanardı. Üzerinde tane mısır kaynayan bir tencere olurdu. Eldeğirmeninde kıtır kıtır kahve çekirdeği öğütür, onu cezveye boşaltır ve kendine kahve pişirirdi. Kahveyi karıştırdıkça duvarları çivit mavisi odaya nefis bir koku yayılırdı. Kahveyi cızırtıyla kulpsuz fincanına döker, “Birinci” sigarasını yakar ve  “Kızanım, sana anlattıklarımı unutma” derdi. Neler anlatırdı? Ailesinin göçlerini, Yunanistan’ın kendisinin de bilmediği kimbilir hangi köyünden öküz arabalarıyla geldiklerini, yörenin varlıklı ailelerinden birinin oğluna âşık olduğunu, elma bahçeleri içinde görüştüklerini, sonra evlendiklerini… “Deden Sarı Paşa’nın adamıydı; abisi de öyleydi.” derdi. Aslında, diğer zamanlarda, bütün Rumelililer gibi Mustafa Kemal’den komşunun sevimli oğluymuşçasına söz eder ve “Sarı Mustafa” derdi. Ama bana anlatırken, nedense “Sarı Paşa” demeyi yeğlerdi, belki biraz ciddiyet katmak istiyordu anlattıklarına. Sonra mahallemizi anlatırdı. Rum komşularını, Kurtuluş Savaşında yaşadıklarını… “İzmir alınınca Yunan askeriyle silah çatanlar korktular; çok kan döküldü. Rum komşularımızdan biri geldi bana. Halanı ve onun ikizini doğururken çok yardımı olmuştu. ‘Komşu kurtar, bizi kesecekler’ dedi. Onu, kocasını bir de küçük oğlunu alıp sakladım. Gece deden gelmediydi; onları yedirip doyurdum. Hani arka bahçede kocaman bir küp duruyor ya kızanım, işte onlardan birkaç tane vardı. Sabah da o küplerin içine sakladım, deden görmesin diye. Öyle kaç gün geçti bilmiyorum. Ortalık sakinleyince, bir gece, ‘Karabiga’da gemi varmış, bizi götürecekmiş’ deyip gittiler.”

Ailemin Kuvayımilliyeci olduğunu, İstanbul’un burnunun dibinde, Anzavur’un fırtına gibi estiği kasabada Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurucularından olduğunu ve bunun nasıl bir tehlike taşıdığını çok sonraları öğrenecektim. İngiliz Kemal’in anılarında Biga’yı anlatırken aile adımızı da andığını görmek; Zühtü Güven’in Kurtuluş Savaşı dönemindeki Biga’ya ilişkin anılarında da bu bilgileri doğruladığını okumak tuhaf bir gurur nedeniydi. Artık büyümüştüm. İlçemizin kurtuluş yıldönümlerinde adları anılan Kuvayımilliyeciler içinde aile adım geçtikçe gizli bir sevinç duyardım. Kurtuluş törenlerinde birkaç atlı Kuvayımilliyeci olurdu; ortalığı toza dumana katarak alana dalarlar ve kasabanın işsiz güçsüz takımının eline üç beş kuruş tutuşturularak kurulan “Yunan müfrezesi”ni kovalarlardı. Ortalık alkıştan yıkılırdı.  İki numara tıraşlı kafaların arasından o atlılara bakarken içlerinden birinin dedem olduğunu düşünürdüm ve biraz sonraki geçit resminde tozlu zemine ayaklarımı daha bir övünçle vururdum.

Şimdi bunların hiçbir önemi kalmadı. Kurtuluş törenlerinde, bu kasabanın geçmişine kalbini koymuş, cesaretini koymuş insanların adları anılmıyor. Zararı yok; zaten kimse kimseyi de tanımıyor artık. Tanıması da gerekmiyor; çünkü bağlar da kalmadı, bağ korucuları da. Hiç değilse bağ korucuları kalsaydı, aileyi tanır, dayaktan kurtulurdu çocuklar. Buna bile gerek kalmadı artık, çünkü bağlar da yok!

Sadece bağ korucuları mı? Herkes herkesi tanırdı. Büyük bir aile gibi yaşanırdı. Herkes herkesin yaşamının tam göbeğindeydi. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum; çünkü iyi yanını da kötü yanını da yaşardık. İyiydi; başımıza olumsuz bir iş gelmezdi. Kötüydü; hiç gizli bir iş yapamazdık. Yazları “çay boyuna”, “Hoplenti” denilen yere kaçıp anadan doğma çaya girdiğimizde çevredeki büyükler hemen tanır ve boğuluruz filan diye kovalarlardı. Bisiklet kiralayıcısından parlak, kırmızı bir bisikleti, on beş dakikası 25 kuruşa alıp “Çınarlık”ta tur atmaya kalksak; akşama babalarımızın çatık kaşlarıyla karşılaşmamız kesindi. Gizli gizli sigara içsek bağ aralarında, büyükler, işleri güçleri yokmuş gibi hemen ensemizde bitiverirlerdi. Tanımasalar ya bari; hemen tanırlardı, “Sen de mi!”

Bu “sen de mi!” bir şeyi çok iyi anlatır: Taşralılar yaşamın karşısında her zaman hazır olda dururlar.  Her an birileri “sen de mi!” diyecek gibidir.

Taşralıların yaşam karşısında ceketlerinin önü ilikli, hazır olda durmaları dışarıya karşıdır; kendi içinde japonyelpazesi gibi açılan renkleri ve uçarılıkları vardır. Sözgelimi her yıl haziran ayında kurulan panayırda barbut atmak, “kırmızı mı siyah mı”da parayı bir renge yatırmak, “bul karayı al parayı” oynayıp cebindekileri son kuruşuna kadar yitirmek sıradan olaylardandı. Kumardan sayılmazdı bunlar. “Uzak diyarlardan gelen dünyanın en güzel kadını”nı sergileyen çadırın önünde uzun kuyrukların oluşması, “Hint Okyanusunda yakalanmış denizkızının hicranlı ağlayışlarını” gösteren çadırın önünde sıra kavgası yapılması da olağandı. Bir paket sigaraya halka attıran, göğüs çatalında gül sokulu kız için “çay boyunda” içilen tekel biralarının pır pır eden taşralı kalplere cesaret yüklemesi de olağandı. “Yukarı mahalleliler”in klarneti, kemanı, darbukası eşliğinde yaka bağır yırtıp “of ulan kahpe dünya!” çekmekse, “artık evlendirin şu çocuğu” tümcesine yol açardı. Mahallenin namusu en sarsılmaz kale burcuydu ama geceleri karanlık bastı mı o burcun taşları sökülürdü bir bir. Söylentiler tutardı ortalığı; kim, hangi eve girmiş camdan, bacadan, çitten… Bütün bunlar yeraltı suyu gibi akıp giderdi, sözden söze…

Soğuğun Balkanlardan gelip Biga Ovasında oyalandığı günlerde, Çınarlık’ta “Şoförler Cemiyeti namına tertip etmiş olduğumuz muhteşem deve güreşi”ne koşulurdu hep birlikte. Köfteciler, macuncular, pamukhelvacılar, şamtatlıcıların ardında, bağ içlerinde “tek rakı” veren “dal sigara” satanların hedef kitlesi “yuva”lardı. Yuva, “serseri”nin Bigacasıydı. Soğukla birlikte serpiştiren kar altında köfteler yenir, rakılar içilirken develer de süslenir ve davul zurna eşliğinde kent caddelerinde dolaştırılırdı. Dükkânların önünde durulur; esnafın bahşiş vermesi ya da hörgücüne bir havlu bağlaması beklenirdi. Deve vakur ve mağrur; ağzından köpükler saçarak çevreye bakınırken biz çocuklar biraz korkuyla biraz eğlence bulmuşluğun sevinciyle develerin peşinde dolaşırdık. Öğleden sonra birer avuç kırmızı biber yedirilen, sonra üzerine sigara içirilen(!) develer güreştirilirdi. Karayılanlar, Dübeşin Lökleri, Kara Kıvırcıklar, Aynalı Kıvırcıklar, Ezineli Karalar, Bergamalı Tülüler… Daha niceleri birbirini yere devirir, biri dövüşü kazanırdı. Kimileyin biri korkuya kapılır, birden alanı çevreleyen izleyicilere doğru kaçmaya başlardı. İşte asıl şenlik(!) o zaman başlardı. Kafası dumanlanmış adamlar birbirini çiğneyerek kaçışırlar, çamurlara yuvarlanırlardı; kimisinin Granikos Irmağına düştüğü de görülürdü. Kahkahalara, sövgüler karışırdı.

Fantastik bir film gibi yaşanırdı her şey ve ben bütün bunları babamın arkadaşı İmam’ın taligasının (at arabası) üzerinden izlerdim neşeyle.

Kasabanın, dışarıdan gizlediği ama kendinin görebildiği o rengin içinde, parklardaki orkestraların eğlenceleri de vardı. Benim anımsadığım “Yeşil Turnalar” adlı incesaz takımıydı. Kanunda öğretmen Ekrem, darbukada matbaacı Celal, bağlamada Refik ve diğerleri… Yaz akşamlarının boğucu sıcağında “garaj parkı”nda derme çatma sahnenin çevresini kuşatanlar henüz “kola” bilmezlerdi, “kara gazoz” isterlerdi  garsondan. “Sarı gazoz” da yeni yeni çıkıyordu. Küçük kağıtlara istekler yazılırdı. Kasabanın genç kızlarından biri, durmadan cızırdıyan, uğuldayan hoparlörden dağılan sesiyle şarkılar söylerdi. Babam da “Yaz oğlum” derdi, “Nihansın dideden ey mest-i nâzım / bana sensiz cihanda can ne lazım”Yazar, götürür, darbukacı Celal’e verirdim. Babam peltekleşen sesiyle şarkıya eşlik ederdi. Sesi peltekleşirdi çünkü bizi alıp parka getirmeden Hüsmen Aga’nın Bahar  Meyhanesi’nde Talay şarabı içmiştir arkadaşlarıyla. O Bahar Meyhanesi ki bahçesinin tam ortasında kocaman bir erik ağacı vardı. Yazın meze filan da istemezdi, bir büyük yudum şarap içince uzanıp dalından bir erik koparılırdı. O meyhanede bazen ben de yanında otururdum babamın. Ne bir küfür ne bir kavga, dövüş… O zaman adlarını bilemediğim şarkıcılar pikaplardan seslenirdi. En taşkın davranış “off!” çekmek olurdu ya da içlenip ağlamak…

Ne Bahar Meyhanesi’nde ne Süleyman Aga’nın Agora Meyhanesi’nde ne de parklarda şarkılara eşlik ederken kimse kimsenin etnik kökenine bakmazdı. Çok sonraları öğrenmiştik; kimi Çerkesti Bigalıların, kimi Pomak, kimi Boşnak, kimi Muhacir, kimi Arnavut ve kimi Çingene…

Herkes kendi dilini de konuşurdu, yadırganmazdı; çünkü kimse kökenini öne çıkarmazdı. Şimdilerde özlediğimiz ortamın içinde bir renk olarak eriyip giderdi herkes.

Küçük kentlerin kendiliğindenliği güzellik üretmede elverişli bir ortamdır. Örneğin, dostluklar… Kardeşlikle dostluk iç içedir mahallelerde, sokaklarda, boş arsalarda.

Arkadaşlık bir yazgı birliğidir. Sözgelimi, mahallenin “Rahmi Amca”sı, kızdı ve oğlunu, sevgili arkadaşın Mahir’i evden mi attı… Sen de onunla birlikte sabahlara kadar sokaklarda sürterdin. Hava soğuksa, görünmeyen kapıları devrime açılan dernek yapılarında sandalyelerin üzerinde, pankart bezlerini örtünerek uyumaya çalışırdın da arkadaşını yalnız bırakmazdın..

Şimdi bütün bunları anımsayıp içten bir sevgiyle sözcüklere, tümcelere dökebiliyorum ama doğrusu başka da bir şey yapamadım Biga için. Kentimin geçmişinin tutanakçısı olmayı isterdim. Ben büyüdükçe tarih benden uzaklaştı; zaman denilen tuhaf olgunun kaçınılmaz akışıydı bu.

Yalnızca birini, mahallemizin çok yaşlı bir amcasını konuşturabildim. 1984 yılıydı. Küçük teybim de yoktu; kocaman müzik setini kucaklamış ve sıcak bir yaz sabahı kapısına dayanmıştım. “Sen de kimsin?” dedi şaşkınlıkla. Kendimi tanıttığımda “Ooo, gel bakalım, ben senin aileni çok iyi tanırım, bu şehre hizmet etmişlerdir” dedi ve ekledi: “Sana ne anlatmamı istiyorsun?” Bu soru heyecanlandırmıştı beni: “Mahallemizi, bu evlerde yaşamış olanları anlatır mısınız?” dedim. Mahallemizin “Nalçaların Süleyman”ı, gün boyu konuştu benim kocaman müzik setime eğilerek. Ara sıra sesinin kaydedilip edilmediğini bana kontrol ettiriyordu.

Mahallemizdeki evlerde yaşayanların trajik öykülerini de anlattı; gülünç öykülere de değindi; gizli ya da yasak aşkları da fısıldadı. “Bak kimselere anlatma ha” deyip göz kırptığında ben daha bir dikkat kesildim. Gün akşama dönerken döndüm eve. Gece boyunca yeniden yeniden dinleyip kâğıda aktardım söylediklerini. Çektiğim fotoğrafları hemen ertesi gün fotoğrafçıda bastırdım. Çünkü birkaç gün sonra bir bilinmeze gidiyordum. Gittim… Döndüğümde Süleyman Amca yoktu. Bir demet çiçek alıp mezarlığa gittim “Ben yeniden geldim Süleyman Amca ama sen yoksun” dedim. Kentin en eski mezarlığının büyük servileri rüzgârın şarkısını söylüyordu, yalnızca onların sesini duyabiliyordum. “Aslına bakarsan ben de gidiyorum, bana anlattıklarını da götürüyorum, buralı kimseye anlatmayacağım, söz” diye fısıldadım ve elimdeki çiçek demetini mezarın başucuna bırakıp ayrıldım mezarlıktan; servilerin rüzgârlı şarkısından geçip motor gürültüsüne, insan seslerine karıştım. Kısa süre sonra da ayrıldım kentimden. Ayrılırken bir şeyi sezinliyordum: kentler, onu bırakıp gideni asla bağışlamaz. İntikamını da yeniden geldiğinde sırtını dönüp tanımazlıktan gelerek alır. Bu ne ağır bir cezadır.

Yaşadıklarım, gözlemlediklerim çocukluk denilen o parlak, tertemiz, beyaz deftere yazıldı durdu. Gün gelip o defterin sayfalarını açıp yazarak gönül borcunu ödemek gerekecek mi bilmiyorum. Şimdi yaptığımsa, yıllar sonra, terk edip gittiği için bağışlanmamış bir Bigalı olarak, yalnızca bölük pörçük anıları tümcelere dökebilmek.  Bu elbette ki bir bağışlanma isteği bile değildir…

* Çağdaş Türk Dili dergisinin Ağustos 2008 sayısında yayımlandı.