Artık bütün enerjimizi “bizi hayatta tutacak“ en temel ihtiyaçlarımızı üretmek için harcıyoruz, harcamak zorunda kalıyoruz. Günü kurtarmaya yönelik politikalar yerine gelecekte bizi hayatta tutmaya yarayacak politikalar peşine düştük.

Evet, ‘istenmeyen misafir’ koronavirüs hayatlarımızı kökten değiştirdi. Önceden sık sık ve rahat bir şekilde yaptığımız hiçbir şeyi yapamaz olduk. Artık neyi üretip neyi üretmeyeceğimize dikkat etmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Artık bütün enerjimizi “bizi hayatta tutacak“ en temel ihtiyaçlarımızı üretmek için harcıyoruz, harcamak zorunda kalıyoruz. Günü kurtarmaya yönelik politikalar yerine gelecekte bizi hayatta tutmaya yarayacak politikalar peşine düştük. Düne kadar nadiren duyduğumuz “maske“ kelimesini ve onun karşılık geldiği ürünü, artık sık sık duymakla ve görmekle kalmayıp onu üretmek için yanıp tutuşuyoruz.

Duramayacak kadar hızlanarak çılgınca satın aldığımız birçok ürünümüz, şimdi dolaplarımızın içinde dışarıya çıkacağı günleri bekliyor. Satın aldığımız o kadar ürün şu an ‘işe yaramaz’ duruma geldi. Pahalı kıyafetlerimiz, parfümlerimiz, takılarımız, ayakkabılarımız kendilerine ait yerlerde ‘güneşli günleri’ bekliyorlar. “İstenmeyen misafir“ gelmeden önce neredeyse bütün günümüzü geçirdiğimiz, satın aldığımız son model akıllı telefonlarımızı masanın üzerine dizdiğimiz kafelerle aramıza “küçücük bir engel“ girdi. Uzaklaştırdı bizi  “kendimizi bulduğumuzu düşündüğümüz“ nadide ışıklı mekanlarımızdan! Gelecek günler için, “birikim için“ aldığımız evlerimizden, villalarımızdan, saraylarımızdan da uzak kaldık! Şimdi sadece tek bir tanesinde oturabiliyoruz. Bizim yokluğumuzu ‘fırsat bilip’ boş sokaklarda koşuşan, birbirleriyle oyunlar oynayan kedi ve köpekleri şimdi bu evlerin pencelerinden seyrediyoruz. Hatırladınız değil mi? İçimizden ‘duramayacak kadar hızlanan’ bazıları hayvanlara da yaşam şansı vermiyordu. Şimdi bir nebze olsun rahatlamıştır belki de hayvanlar! Şaşırıyorlar mıdır acaba “nerede bu insanlar“ diye etraflarına bakınarak!  “Sen öyle diyorsun ama, biz dışarıda olmayınca hayvanlar aç kalırlar“ diye düşünüyorsanız merak etmeyin; “duramayacak kadar hızlanmayan“ bazı insanlar üstüne düşeni yapıp hayvanlara gereken desteği verirler! Bütün bunların yanında, artık bütün bu lüks, bu şatafat yerine gelecekte bize yetecek kadar yiyecek ve içecek kalacak mı onu düşünüyoruz! Kıtlık olur mu onu düşünüyoruz! Yiyecek ve içeceklerimizin bizi hayatta tutacak miktarda olup olmadığına dikkat etmeye başladık “istenmeyen misafir“ sayesinde! “Gerekli olan“ ve “gerekli olmayan“ ayrımını yapmayı öğretir bize belki bu ‘minik şey’! Ne dersiniz? Olur mu olur!

Yalnız eskisi gibi eğlenemiyoruz artık! Bütün keyfimizi kaçırdı bu minik şey, değil mi? Evlere tıkılıp kaldık! Ama evlere tıkılıp kalmayan, “kalamayan“ milyonlarca insan var hâlâ! Onlar çalışmak zorunda kalıyor! Borçları var, gelirleri az! Bazıları işlerinden oldu. Devletin yardım elini uzatmasını bekliyor. “Duramayacak kadar hızlanmamızın bedelini“ hepimiz ödüyoruz! Kimimiz az, kimimiz çok! Bazıları nasıl geçineceğini düşünürken “evlere tıkılıp kalan ve aklına eğlenmekten başka bir şey gelmeyen bazıları“ da eğlenmenin ‘yeni yollarını’ keşfetmeye çalışıyorlar! Elimizde bir tek sosyal medya kaldı. Sosyal medya da, artık arkadaşlarımızın gittikleri yerleri paylaştığı, “hayatın keyfini çıkardıklarını“ belgeledikleri bir yer olmaktan çıktı. Sosyal medya artık hastane koridoru gibi. Evet evet, hastane koridoru gibi. Ne zaman sosyal medyaya girsek bugün yapılan test sayısı, ölen kişi sayısı gibi istatistikler karşılıyor bizi! İyileşenlere şahit oluyoruz, ölenlere şahit oluyoruz! Hayat kendini hatırlatıyor bize. “Ben buradayım“ diyor.

‘İstenmeyen misafirin’ bir yandan doğaya faydası oldu aslında. Doğayı bizim elimizden bir süreliğine de olsa kurtardı! Artık eskisi gibi kirletemiyoruz onu! Gürültü kirliliği de yapamıyoruz artık “olduğumuz yerden“! Görüntü kirliliği de yok eskisi gibi. Sokaklardaki şiddet de azalmıştır herhalde. Yani öyle tahmin ediyorum. Umarım bu şiddet evlere taşınmaz! Evlere tıkılıp kalan insanlar şiddeti sokaktan alıp evlere taşımaz. Zaten evlerde bundan önce de şiddet vardı. Umarım artmak yerine azalır evlerdeki şiddet. Birlikte yaşamayı öğrenmemiz için bir fırsat olur bu “evlere tıkılıp kalma“. Ülkeler arasındaki şavaşlar da bitmemekle beraber yine de azalmıştır herhalde. Televizyonlara ve sosyal medyaya bakarsanız sanki hiç savaş yokmuş sanısına kapılabiliriz. Umarım sanımızda haklı olabiliriz.

Bu kadar uzun zaman boyunca alıştığımız yaşam biçimi tek hamlede yerle bir oldu. Ortada karamsar bir tablo var gibi. Son bir kale kaldı elimizde. Nedir o kale? Çoğu insanı hayata bağlayan, dünyada olup bitenleri öğrenmemizi sağlayan “televizyon ve sosyal medya“. Düşünsenize onların da bizden uzaklaştıklarını. Biz sokaklardan uzaklaştıkça onların da bizden uzaklaştıklarını. Ne yaparız o zaman? Buna dayanamayacaklar var mıdır içimizde? Olmaz olur mu! Aslında dikkatli bir şekilde düşünür ve gözlemlersek yaşananları, belki bir ders çıkarabiliriz buradan! Gelin bir soru soralım kendimize. Biz neden duramayacak kadar hızlanmıştık? Bunun üzerine düşündünüz mü şu son yaşananlardan sonra? Duramayacak kadar hızlanmamızın sebebi; önümüzü göremememizin, önümüze çıkan her şeyi yıkıp geçmemizin sebebi ne olabilir? Bu kadar hızlanmamızın sebebi, sakın “kendimizden kaçmaya çalışmamız“ olmasın! Kendimizinden kaçıp, kendimizi kovalamış olmayalım! Belki de biz kaçtıkça biz kovaladık! Ama insan nasıl kendi gölgesinden kaçamıyorsa, kendi benliğinden de kaçamaz! Bunu unuttuk! Benliğimiz gelir bir gün yakalar bizi. Biz yakalandığımızı kabul etmesek de çoktan yakalanmışızdır aslında kendimize! Gelin bütün bu yaşananlardan, yukarıda sayılan bütün olumsuzluklardan dersler çıkaralım! Bir karar verelim. Kaç seçenek var önümüzde, bunu bir düşünelim. Bu süreçten sonra, ya “hızlanamayacak kadar duracağız“; ya “asıl önemli olanın hız değil; yaşamı hissetmek, yaşamı diğer bütün canlılarla huzur içinde, adaletli bir şekilde yaşamak olduğunu fark edip buna uygun bir hayat kuracağız“; ya da  yeniden “duramayacak kadar hızlanacağız“! Son seçeneği fazlasıyla tecrübe ettik; ilk seçeneği de çoğu zaman tecrübe ettik. Geriye kaldı ikinci seçenek! Hep beraber ikinci seçeneği seçip bu şekilde yaşamanın yollarını arayalım mı? Ne dersiniz?