Devlet meselelerini konuşmayı çok seviyoruz değil mi? Ne zaman bir sohbet ortamı olsa konu dönüp dolaşıp devlet meselelerine geliyor.

Devlet meselelerini konuşmayı çok seviyoruz değil mi? Ne zaman bir sohbet ortamı olsa konu dönüp dolaşıp devlet meselelerine geliyor. Herkesin iyi kötü bir fikri var bu konuda. Fikri olmayanlar da bir süre sonra fikri varmış gibi davranmaya başlıyor sanırım. Her neyse. Bir şekilde konuyu buraya getirme ihtiyacı hissediyoruz nedense. Neden olabilir acaba? Hayatımızda var olan bir çok sorunu devlet bağlamında konuşuyoruz. Borcumuz mu var ? Diyoruz ki devlet böyle böyle yaptı, ondan böyle oldu. Evlenmek istiyoruz ama evlenemiyor muyuz?

Tamam, sorun devlette, sorun ekonomide. Haklısınız, devletin bu meselelerle ilgisi var elbette. Borçlarınız var, ekonomi kötü gidiyor. Hatta borçlarınızı borçla ödemeye başladınız. Bu da doğru. “Faturalar almış başını gidiyor“ diyorsunuz. Yine haklısınız. Tabiki sadece sizin faturalarınız gitmiyor. “İşsizlik var“ diyorsunuz. Yine haklısınız. Bu sorunları yok saymak ne mümkün. Yalnız, devlet dediğimiz yapılanma bulutların üstünde her şeyden bağımsız bir şekilde asılı duran bir şey değil. Devlet demek insan demek. Devlet dediğimiz şey, günümüzün hakim üretim biçimi olan  “kapitalist üretim biçimi“ ne bağlı olan bir yapılanma aynı zamanda. Kapitalist üretim biçimi de, bildiğiniz gibi, sermaye sınıfı ve işçi sınıfından oluşuyor.

Sermayesi olanlar, belirli bir yapılanma meydana getiriyor ve sermayesi olmayanları işçi olarak bünyesinde çalıştırıyor. Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, bu sistem işçilere olabildiğince az maaş verip onların sırtından olabildiğince çok kâr elde etme üzerine kurulu. Yani, yalnızca kendi çıkarını düşünen; bunun için diğer insanları köleleştiren; sağlıklarını, zihinlerini, varlıklarını, geleceklerini ve aklınıza gelebilecek her şeyi yok sayan sermaye sahipleri yürütüyor bu sistemi. Aslında onlar yürütmüyor ama bize öyle görünüyor. Dünya geneline baktığınız zaman, nereye bakarsanız bakın, her zaman işçi sayısı patron sayısından fazladır. İşçilerin verdiği emek olmasa sistem tıkanır kalır. Çünkü bu patroncuklar çalışmayı pek sevmez, hayatlarında kaç kere  “insanların ayakta tıkış tıkış gitmek zorunda kaldıkları minibüse“ bindikleri de belli değildir. Ancak, işçiler de hayatını devam ettirmek için çalışmak zorunda.

Patroncuklar da bunu biliyor elbette. Yoksa bir insan bu köleleştirmeye neden boyun eğsin. Şimdi siz, mevcut siyasi iktidar ilk seçimde gidince bu durumun düzeleceğini mi düşünüyorsunuz? Düzelir ya da düzelmez, benim meselem bu değil. Benim meselem, kapitalist üretim biçiminin insanlara dayattığı kölelik düzenini kökünden kazımak. O yüzden, bu meseleyi Türkiye ile, siyaset ile sınırlı tutmak bana mantıklı gelmiyor. Yalnız, sadece siyaset ile değil, aynı zamanda kapitalist üretim biçimi ile sınırlamak da mantıklı gelmiyor. Neden biliyor musunuz? Kapitalist üretim biçimini ayakta tutan şey para değil bana göre. Para dediğiniz şey mal ve hizmetlere ulaşmak için kullandığımız bir araç. Bu ve buna benzer olan, insanların insanları köleleştirdiği her sistem bizim “hayata bakışımız“ sayesinde ayakta kalıyor. Açgözlü, sadece kendi çıkarını düşünen, adalet nedir bilmeyen, işi ehline vermek yerine kendisine yakın olanlara vermekte ısrar eden, kendi alın teriyle başarıya ulaşmış olan insanları aşağı çekmeye çalışan, diğer insanları ötekileştiren, acımasız insanların var olduğu her sistem adı ne olursa olsun “sömürüye dayalı” olacaktır. Patroncuklar bütün bunları daha çok para kazanıp daha güçlü olmak, bulundukları konumu kaybetmemek, ‘minibüse binmeden hayatını tamamlamak’ için yapıyor diyelim. Kendilerine mantıklı gelen başka sebepler de olabilir. Patroncuklara bakarak bizler de onlar gibi mi davranalım? Nasılsa dünyanın çivisi çıkmış değil mi? Hayatta kalmak için yaptık deriz bizde.

Biliyorum, belki bunları yazdığım için kızıyorsunuz bana. ‘Sen kimin tarafındasın’ diyorsunuz. Ama kızmayın, bekleyin. Üzülerek söylemeliyim ki, etrafıma baktığım zaman yukarıda saydığım birçok şeyi fazlasıyla yapmaya başladığımızı görüyorum. Kafamı sağa ya da sola çevirmem fark etmiyor. Görmemek mümkün değil. Görüp de susmak ise insana tarif edilemez derecede acı veren bir şey. Susmuyorum aslında. Anlatıyorum, elimden geldiğince okumaya ve yazmaya çalışıyorum. Biliyorum, çok zor durumdayız. Her anlamda. Nasıl çıkılır bu durumdan? İnsanların bunu düşünmeye bile fırsatı olmuyor. Çoğu insanın, işten eve geldiği zaman düşünmeyi bırakın kolunu kıpırdatacak hali kalmıyor. Bütün bunlar olurken, biz neden sürekli etrafımızdaki her şeyi devlete gönderme yaparak konuşuyoruz? Ortada sorun var ve biz sürekli olarak çözümü siyasette arıyoruz. Bu kaçıncı önümüzdeki seçim? Bir şeyi kabul etmemiz lazım, durup düşünme fırsatı yakaladığımız ilk anda hem de. Çözüm, tek tek her insanın  “kendi hayata bakışını“ gözden geçirmesinde. Bunun için eğitimli bir zihin gerekiyor. Bu eğitimi nereden alacağız? Devlet okullarından mı, özel okullardan mı? Siz de biliyorsunuz ki, bu kurumların insanlara verdiği eğitim teknik bir eğitim. Yani, mesleki eğitim ağırlıklı. İşi nasıl daha iyi yaparız onu öğretmeye çalışıyorlar. İşi yapmayı ne kadar iyi öğrenirseniz öğrenin, bence burada yine  “hayata bakışımız“ devreye giriyor. Kendinize ve diğer insanlara saygı duymuyorsanız, yapmakla yükümlü olduğunuz işin hakkını vermeniz bence pek mümkün değil. İşi yaparsınız, paranızı alırsınız. Parayı nasıl harcayacağınız sizin bileceğiniz iş.

Bir düşünün, sadece iş hayatında değil, aynı zamanda iş dışındaki yaşamımızda da böyle davrandığımızı! Çok sayıda insanın bu şekilde davranmaya başladığını. Çıkarına olmayan hiçbir şeye el atmadığını, kendisinden başarılı olanları aşağıya çekmeye çalıştığını, kendisine yapıldığı zaman avazı çıktığı kadar bağırıp kendisi aynı şeyi başkasına yaptığında gıkı çıkmadığını... Geçmiş olsun! İlk seçimi mi bekliyorsunuz? Bir kez daha geçmiş olsun. Tek tek her birey kendi kendini nasıl yetiştireceğini öğrenmeden, öğrenmek için çabalamadan, öğrense bile bunu hayata geçirmek için sabır göstermeden önümüzdeki seçim her zaman ‘önümüzdeki seçim’ olarak kalmaya devam edecek. İktidarlar değişse de birçok şey aynı kalacak.

Bizim bildiğimiz, eğitimi devlet verir değil mi? Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bir türlü nitelikli bir eğitimin nasıl verilmesi gerektiğine karar verilemiyorsa, bence tek çözüm herkesin kendi zihninde bir ‘okul’ kurmasıdır. Müfredatına, hangi konuları öğreneceğimize, ne zaman ara vereceğimize, ne zaman mezun olacağımıza, ‘diplomamız’ ile neler yapacağımıza kendimizin karar vereceği bir okul. Sadece meslek öğrenmemize değil;   “hayata bakışımızı“ kökünden değiştirmemize, nasıl yaşayacağımıza karar vermemize yardımcı olacak bir okul... Bunun için bıkmadan okumalıyız. Bildiğimiz anlamda okumak değil, ’kitap okumak’ benim kastettiğim. Kitap okumaya başlayınca, ancak o zaman hem kendimizi hem de diğer insanları daha iyi anlamaya başlarız. Hayatı ’okumaya’ başlarız. Hadi o zaman, ilk fırsatta zihninizde her şeyi size ait olan bir ‘okul’ kurmaya başlayın. Belki o zaman dikkatinizi ‘önümüzdeki seçim’ yerine kendinize verirsiniz.