Sürekli, kaynamayan tencerelerden, bitmeyen borçlardan, sonu gelmeyen işsizlikten bahsediyoruz. Ama isterseniz, biraz olsun bu boğucu sorunlardan bir süreliğine de olsa uzaklaşalım ve herkesin tenceresinin “fokur fokur“ kaynadığı hayali bir  “geleceğe“ gidelim. Nasıl?

Siz de “ah şu işler bir düzelse“ ya da “ahh ahh, elime bir para geçse bak o zaman neler neler yapacağım“ gibi şeyler söylüyor musunuz ya da etraftaki insanlardan böyle sözler duyuyor musunuz?  “Ah“ diyor musunuz; “hallolacak“ diyor musunuz; “her şey“ diyor musunuz? Hallolur mu dersiniz? Gerçekten de düzelir mi bir şeyler? Gerçekten de “işler düzelince işler düzelecek mi“?

Bir bakının bakalım etrafınıza insanlar neler konuşuyor. Ne konuşacak, tabiki  “ekonomi“yi konuşuyorlar; “kaynamayan tencereleri“ konuşuyorlar; “kaynasa da içi yarım olan“ tencereleri konuşuyorlar. Tencelerin ‘bundan sonra kaynayıp kaynamayacağını’ konuşuyorlar. Bu satırları okurken belki de “ne diyorsun sen; insanlar aç ve işsiz, başka ne konuşacaklar“ diye düşünebilirsiniz.  “Doğru düşünüyorsunuz“ diyerek devam ederim söyleyeceklerimi söylemeye ben de. Biraz sabır gösterirseniz elbette. Ben “insanlar neden bunları konuşuyor ki“ demeyeceğim. Zaten buna hakkım da yok. Ben gözden kaçırılan, belki görmemize engel olunan ya da başka dertlerden başımızı kaldırmaya fırsat bulamayıp göremediğimiz bir meseleye değinmek istiyorum.

Sürekli, kaynamayan tencerelerden, bitmeyen borçlardan, sonu gelmeyen işsizlikten bahsediyoruz. Ama isterseniz, biraz olsun bu boğucu sorunlardan bir süreliğine de olsa uzaklaşalım ve herkesin tenceresinin “fokur fokur“ kaynadığı hayali bir  “geleceğe“ gidelim. Nasıl? Kulağa hoş geliyor mu? Hayır hayır. Amacım, içinde bulunduğumuz bu boğucu durumu sizlere unutturup, sonrasında da kulağınıza hoş gelecek “ninniler“ söylemek değil! Amacım, sizleri hayali bir yolculuğa çıkarmak. Şimdi gelin bir hayal edelim. Neyi? Neyi olacak, herkesin maddi durumunun iyi olduğu, istediği çoğu şeyi satın alabildiği, bankalara ve diğer insanlara borçların kalmadığı bir dünyayı. Ne güzel olurdu değil mi?  Peki ya “gelir adaleti“ sağlandıysa? Keyfimize diyecek kalmaz mı? Şimdi belki, içinizden bazıları, yine “karnımız tok sırtımız pek, daha ne hayali yolculuğu kardeşim“ diyebilirsiniz. İstemeyen gelmeyebilir. Sizin kararınız. Gelmek isteyenlerle devam ediyoruz biz. Çünkü, mesele sadece “karın tokluğu sırt pekliği“ meselesi değil.  “Ne yani, zenginlerin karnı tok sırtı pek değil mi yani“ diye de düşünüyor olabilirsiniz. Yolculuğa devam ederken bu sorunun cevabını bulacağız ama şimdi devam etmemiz lâzım.  Suyu bulandırmayın. “İşlerimizin tıkırında, tencelerimizin fokurunda“ olduğu böyle bir hayali gelecek  “gelirse“ bütün sorunlarımız bitecek mi? Hayatımızdaki sorunlar yok denecek kadar az mı olacak? Durun yahu! Hayal dediysek o kadar da değil! Hayal kurarken de gerçekçi olmak lâzım değil mi? Nasıl oldu da  “işler düzeldi“? Merkez bankası faizleri bir indirip bir çıkardı,  “bakın burası çok önemli“ temalı toplantılar yapıldı, birileri ülkemize yardım etti ya da buna benzer “pansuman tedbirler“ alındı da mı  işler düzeldi? Bilemiyoruz. Neyse, “işler tıkırında“ dedik bir kere, geri dönmeyelim artık. Bütün bunların ardından, “her zaman birilerinin gemilerinin arkasından el sallayan ve ‘o gemi bir gün gelecek’ diye umut edenlerin elleri, bu kez kıyıya doğru“ mu el sallamaya başladı? Yoksa,  “herkes aynı gemiye bindi de el sallayacak kimse mi kalmadı“? Bunu da bilemiyoruz. Ellerimizi cebimize sokup düşünmeye devam edelim biz.

İşlerin tıkırında olduğu bir gelecekte ne olur, biraz da onu konuşalım. Her şey bitti mi? Bitmedi, daha yeni başlıyor. Herkes belli oranda zenginleşti ve  “işler düzeldikten sonra işler düzeldi“ gibi oldu. Durun durun. Ne zamandır “işler“ diyip duruyorum. Hadi ilkini anladınız da, ikinci  “işler“ ne oluyor onu açıklamadım. İkinci işlerden kastım, davranışlarımız, karakterimiz, maneviyatımız, hayata bakışımız, eğitimimiz, hayattan beklentilerimiz, hayallerimiz, adalet anlayışımız, aklımızı kullanma becerimiz ve aklınıza gelebilecek diğer bütün işler! Tabiki ekonomi dışındaki  “işler“. Diyelim ki, çok paranız var ve insanlara hükmedebileceğinizi düşünüyorsunuz. “Nasılsa param var“ diyorsunuz. Peki ya, karşınızdaki kişi “ilk işler“ yerine “ikinci işlere“ değer veren biriyse? O zaman nasıl dediklerinizi yaptıracaksınız? Zorla mı? Diyelim ki, karşınızdaki kişi ile eşit miktarda zenginliğe sahipsiniz ve bu kişi sizin dediğinizi yapmıyor. Ne olacak şimdi? İşler düzeldi mi? Diyelim ki, maddi durumunuz yeterli ama çok istediğiniz bir şeyi yapmak için isteğiniz yok. Ne olacak şimdi? Para verip istek mi satın alacaksınız? Diyelim ki, işiniz tıkırında ama kafanız çalışmıyor ve paranızı nasıl harcayacağınızı bilmiyorsunuz, saçıp savuruyorsunuz. Ne olacak şimdi? Akıl mı satın alacaksınız? Diyelim ki, eğitimle bu aklı satın alabiliyorsunuz. Peki ya,  “hem aklınız hem de sabrınız“ yoksa? O zaman ne olacak? İşler düzelecek mi? Diyelim ki, herkesin hakkını yiyerek  “tencerenizi fokurdatıyorsunuz“. O zaman ne olacak? Birisi de gelip sizin hakkınızı yerse? İşler düzelecek mi? Ya, bütün işlerin bozulmasının sebebi diğer işlerin bozulmasıysa? Ya sorunların çözümü, “işler düzelince işler düzelecek“ diye düşünmek yerine  “işler düzelmediği için işler düzelmiyor“ şeklinde düşünmekse? Ne oldu şimdi? Bakın “karnımız doydu ama hayallerimiz kursağımızda kaldı, sırtımız pek olmaktan çıktı“! Siz zannediyor musunuz ki, ülkemizdeki insanların hepsinin maddi durumu düzelince “işler“ düzelecek. Rekabet, adam kayırma, ayak kaydırma, piyasadan silme ve buna benzer şeyler ortadan kalkacak mı? Hiç sanmam. Sizi bilmiyorum. Ha, bir de zenginler vardı, onları unutmayalım. Onların karnı tok diye sırtı da pek midir acaba? Ee tabi, adı üstünde zengin! Rahatları yerindedir. Ama siz nasıl tencerinizi kaynatmak için didiniyorsanız, onlar daha büyük tencereler “fokurdatma“, halihazırda “fokurdattıkları tenceleri“ de  “fokurdatmaya devam etmeye“ çalışıyorlar. Hem  “büyümeye“ hem de “küçülmemeye“ çalışıyorlar! Rahatlar ama rahat değiller! Rahat oldukları için rahat değiller! Rahatımızı kaybedersek ne olur diye kara kara düşünüyorlar!

İsterseniz şimdi hayali yolculuğumuzu sonlandıralım ve başka birinin zihnine yolculuk yapalım. Bakalım neler varmış orada! Abraham Maslow’un zihninde yani. Maslow’un “İhtiyaçlar Teorisi“ adında bir teorisi var. Bu teoride, insanların hayatta kalmak ve yaşamını idame ettirebilmek için ihtiyacı olan şeylere değiniyor. Kısacık özet geçeceğim merak etmeyin. İlk sıraya, fizyolojik ihtiyaçları koyuyor. Yani, yemek yeme, nefes alma gibi çok temel şeyler. İkinci sıraya  “güvenlik ihtiyacı“nı koyuyor. Yani, tehlikelerden korunma, barınma, mülkiyet güvenliği gibi şeyler. Üçüncü sıraya,  “sosyal ihtiyaçlar“ ya da “sevgi/ait olma ihtiyacı“ dediği şeyleri koyuyor. Yani, insanları sevme ve onlar tarafından sevilme, bir gruba ait olma“ gibi şeyler. Dördüncü sıraya,  “saygınlık ihtiyacı“ dediği şeyi koyuyor. Yani, insanlara saygı duyma ve insanlardan saygı görme gibi şeyler. Son sıraya da “kendini gerçekleştirme ihtiyacı“ dediği şeyi koyuyor. Yani, kişisel gelişimimiz, kendimize ait bir bakış açısına sahip olma ve hedeflerimize ulaşma gibi ihtiyaçlar. Burada, sıralamadaki ihtiyaçlardan birini karşılayınca diğerine geçmek yerine dönüşümlü bir ihtiyaç giderme hali var. Yani biri olmadan diğeri olmuyor gibi bir durum söz konusu değil. Tabiki karnımızı doyurmadan ve güvenliğimizi sağlamadan diğerlerini gidermek pek mümkün görünmüyor. Her ne kadar istisnalar olsa da! Ama Türkiye’de daha garip bir durum var. Mesela, kendinizi gerçekleştirdiğiniz zaman ikinci sıradaki ihtiyaçla karşı karşıya kalıyorsunuz! Nedir o? Güvenlik ihtiyacı elbette. Başarılı olduğunuz an bittiğiniz andır Türkiye’de! Diğerlerinden farklı mısınız? Geçmiş olsun. Sürekli güvenlik ihtiyacı hissedersiniz. Çünkü, kuyunuzu kazmak, ayağınızı kaydırmak için ellerinde “kürekleriyle“ gezinen bir sürü insan görürsünüz! Daha konuşacak çok şey var da, ilk iki sıradaki ihtiyacı konuşmaktan diğerlerine sıra gelmiyor ki! İnsanlar hayatta kalmaya ve güvende olmaya o kadar çok ihtiyaç duyuyor ki, son üç sıradaki ihtiyaçlarına “ihtiyaç duyamıyorlar“ bile!  “En azından hayattayız“ deyip tencerelerini kaynatmaya çalışıyorlar diğerlerinin tencelerinin “fokurtusunu“ dinleyerek! İşte bütün bu sebeplerden dolayı fırsat kalmıyor  “işler düzelmediği için işler düzelmiyor“ diye düşünmeye!

Şimdi hem Maslow’un zihninden hem de kendi zihnimizdeki “hayali gelecek“ten çıkalım ve hayali yolculuğa çıkmak istemeyenlerin bizleri “hayali geleceğe“ uğurladıkları yere geri dönerek tekrar aynı soruyu soralım: “İşler düzelince işler düzelecek mi“?