Ancak, “herkes gibi olmamak için herkes gibi oldukları” gerçeğini gözden kaçırıyorlar! Aranan, beklenen, arzulanan, sevilen, saygı duyulan birisi olmak için dev aynasının gerektirdiği şekilde davranmak zorunda kalıyorlar!

Neredeyse her şeyin değerinin para üzerinden belirlendiği böyle bir çağda, insanların çoğunun sürekli olarak diğerlerinden daha değerli olma ya da olmasa bile “olmuş gibi” davranma hevesiyle yanıp tutuştuğuna şahit oluyoruz. İnsanlar, ‘bir şeyler yapmadıkları her an’ değerlerinin düşebileceği korkusuyla yaşıyorlarmış gibi davranıyorlar. Sürekli olarak hem kendilerinin hem de diğer insanların değerlerini belirlemeleri ve belirledikleri bu değerlere göre davranmaları gerekiyormuş gibi davranıyorlar.

Sürekli tetikte bekliyor gibiler. Bir yarışın içindeymiş gibi davranıyorlar. Yavaşlayanın ya da duranın yarış dışı kalacağını düşünüyor gibiler. Belki de yavaşlamadıklarını ya da durmaya niyetlerinin olmadığını “ispatlayabilecekleri” karar verme yetkisine sahip net birisi olduğunu düşünmedikleri için bu karar verme yetkisine ‘etraflarındaki herkesin sahip olabilme ihtimali varmış gibi’ davranıyorlar. Çünkü, davranışlarını birileri onaylasa diğerleri onaylamıyor. Haliyle kafaları karışıyor. Kendileri için “sabit bir değer” belirlemek istiyorlar. Sevilmeye, sayılmaya, hoşgörü gösterilmeye, sözlerinin dinlenmesine “değer birisi olup olmadıklarını” anlamak istiyorlar. Bu istek yeni çıkmadı ortaya, yüzyıllardır var. Ancak, içinde bulunduğumuz çağda “her an değer belirlememiz gerekiyormuş gibi” bir düşüncenin büyük bir güç kazandığını ve bu düşüncenin bir “dayatma halini aldığını” düşünüyorum. 

Birçok insan, kendi değerlerinin etraflarındaki “insanların düşüncelerine göre artıp azaldığını” düşünmediğini söylemesine rağmen yine de gizliden gizliye insanların “onaylarına muhtaçmış gibi” davranmaya devam ediyorlar. Etraflarında ‘çok sayıda karar merkezi’ olduğu için de haliyle kafaları karışıyor, yoruluyorlar. İnsanların söylemlerine ve hareketlerine bakıyorlar, kendi eylemlerine bakıyorlar ve kendilerine değer biçmeye çalışıyorlar ama olmuyor. En sonunda kendi işlerini kendileri halletmeye karar veriyorlar ve geçiyorlar bir aynanın karşısına!

Aynaya baktıklarında gerçeklerle yüzleşiyorlar. ‘Normal bir ayna’ olanı olduğu gibi gösterir, sahteliğe yer yoktur onda. Aynaya baktığımızda fiziksel özelliklerimizi görürüz. Kimse aynaya uzun uzun baktı diye daha güzel ya da yakışıklı olmaz. Beğenmediği yerlerini görür ve onları değiştirmeye çalışır. Ama ne kadar değiştirmeye ya da farklı gözükmeye çalışırsa çalışsın, sonuç olarak “kendisini değiştirmiş olduğu gerçeğini” unutamaz!

Saçlarını düzeltir, yüzündeki sivilcelerini yok etmeye çalışır, sakallarını düzeltir, makyaj yapar ama bunları yaparak sadece fiziksel özelliklerini değiştirdiğini de unutmaz. Kimse saatlerce aynaya baktı diye altın kalpli bir insan olmaz! Aynaya bakarak “kendimizi bütünlüklü olarak” değerlendirmemiz çok zordur. Ayna söylemez bize bunları, ayna bize görüneni gösterir. Aynaya bakarak içimizi göremeyiz.

Kendi içsel yolculuğuna çıkarak kendisini “bir bütün halinde değerlendirme” ve beğenmediği yönlerini değiştirme cesaretini ve başarısını her insan gösteremez. Bunu yapabilmek için ‘yalnız kalabilme becerisi’, kendini bütünlüklü olarak değerlendirebilmek için ‘içsel derinlik’, kendini bir bütün olarak yeniden oluşturabilmek için akıl ve sabır, kendini yeniden oluşturduktan sonra diğer insanlar karşısında “kendisi olarak durabilme” kabiliyeti gerekir. Bütün bunları ve daha fazlasını yapabilmek çok da kolay olmadığı için insanların birçoğu kolay olanı seçmeye eğilim gösterirler.

Kendilerini oldukları gibi görebilme, oldukları hallerini sevebilme ve diğer insanlara karşı kendilerini savunabilme becerisi zayıf olan insanlar sürekli bir “dev aynası” arayışında olurlar. Kendilerini “oldukları gibi görmek” yerine “olmak istedikleri gibi görme” isteği ile yanıp tutuşurlar. Onları olduklarından daha büyük, daha güçlü, daha güzel, daha zengin, daha arzulanan olarak gösterecek “dev aynaları” ararlar. Bu dev aynası bazen bir insan, bazen bir ayna, bazen de kalabalık bir insan topluluğu olur; fark etmez, amaç aynıdır.

İçinde bulunduğumuz dönemde insanların içindeki boşluk o kadar büyüdü ki artık ‘sıradan dev aynaları’ onların ihtiyaçlarını karşılayamaz oldu. Onlar, artık hem dev gibi olan hem de “kendilerini dev gibi gösteren” bir ayna arıyorlar! Neyse ki bu ayna bulunalı çok oldu. “Akıllı telefonlar ve ‘devasa bir dev aynası’ olan sosyal medya” bu ihtiyaçları kusursuzca karşılıyor!

Artık aynalara pek ihtiyaç duymaz olduk. “Olduğumuz gibi görünmek” bizi rahatsız etmeye devam ettikçe akıllı telefonlara daha da bağımlı hale geldik. Kendimizi ya da bir başka şeyi merak ettiğimizde hemen telefonun kamerasına sığınıyoruz. Ancak, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmekten, yani ‘gerçekleri kabul etmekten’ uzaklaştıkça etrafımızdaki diğer şeyleri de oldukları gibi görmeye katlanamaz olduk! Çektiğimiz herhangi bir fotoğrafı “telefonun filtresinden” geçirmeden rahat edemiyoruz! Filtreli fotoğraflara o kadar çok alıştık ki çektiğimiz “gerçekten güzel olan” fotoğrafların altına “filtresiz” şeklinde bir not bırakma ihtiyacı hissetmeye başladık! ”Gerçeklik algımız” gittikçe bozuluyor!

Doğanın en doğal ve güzel hallerini yansıtan fotoğraflar bile bize yetmez oldu. Sanki “doğa kusurluymuş da bizim müdahalelerimizle mükemmel bir hale gelecekmiş gibi” davranıyoruz! Çıplak gözle gözümüze hoş gelen manzaralar “kameranın kadrajından hoş görünmediği zaman” deliye dönüyoruz! Sanki her şeyin her zaman herkese mükemmel görünmesi gerekiyormuş gibi!

Gerçeklerden rahatsız oldukça “yeni bir gerçeklik” yaratmak istiyoruz, “sahte bir gerçeklik”! Sosyal medya da bu konuda oldukça fazla imkân sağlıyor bize. Kendisini “gerçekten olduğu haline en yakın” şekilde sosyal medyaya yansıtan insanlar vardır elbette. Ancak, gözlemlediğim kadarıyla, kendini olduğu gibi yansıtan insanların bile bir süre sonra bu “yarışın girdabına” sürüklendiklerini görüyorum!

 “Olduğumuz gibi olmadığımızı kanıtlama yarışı” gün geçtikçe kızışıyor! Olduğumuz hallerimiz sıradan geliyor çünkü bize! Sosyal medyaya baktığımızda; “oldukları gibi olmadıklarını, hatta hiçbir zaman öyle olmadıklarını ve olamayacaklarını göstermeye çalışan” ve “Aslında siz böyle değilsiniz.” iddialarını büyük bir ustalıkla savuşturan insanlar olduğunu görüyoruz. Bu insanlar bize bir tür “paranoya” yaşatıyorlar aslında! Kurdukları “sahtelik evreninin sahtelik evreni olduğu gerçeğini” o kadar ustalıkla reddediyorlar ve bizi de gerçeklerin bambaşka olduğuna öyle bir inandırıyorlar ki, bir süre sonra “onların evrenine uymak zorunda hissediyoruz” kendimizi!

Çünkü, sahip olduğu fiziksel ve zihinsel özelliklerin ‘gerçekten değerli olduğu gerçeğini’ içselleştirmiş insanlar, bu devasa dev aynasında kendilerini cüce gibi görüyorlar! Bu ayna, çoğu zaman “gerçeğin ya da aslında olmayanın zıddını” göstermeye meyilli olduğu için “gerçekten gerçek olanlar” bu “devasa sahtelik evreninde” değersizleşip kayboluyor! Bu söylediklerim, sosyal medyada paylaşılan her şeyin sahte, yalan olduğu anlamına gelmiyor! Ancak; “fikirlerin, görünüşlerin, manzaraların ve insanların” değerli olup olmadıkları görüşünün “beğenilme, paylaşılma ve yorum sayılarına” bağlı olduğu böyle bir ortamda “gerçekten gerçek olmanın” da bir önemi ve cazibesi kalmamaya başlıyor!

Yeteri kadar beğeni almayan fotoğraflar ve fikirler değersiz, sıkıcı, sıradan, işe yaramaz sayılıyor. Çok sayıda beğeni alan, paylaşılan, tavsiye edilen, dilden dile dolaşan içerikler baş tacı ediliyor ve değerli sayılmaya başlanıyor. “Kendilerini oldukları gibi kabul edebilme ve oldukları hallerini savunabilme cesaretini gösteremeyen” insanlar da genel kanıya uymaya başlıyorlar!

İnsanlar sosyal medya profillerine bakılarak değerli sayılmaya devam ettikçe “gerçeklerin gerçek olmadığı gerçeğinin gözlerden kaçtığı gerçeği” de ustalıkla ve “kitlesel olarak” reddedilmeye devam ediyor! İnsanlar, olmak istedikleri kişi haline gelmek için emek vermek yerine, kendilerini “aslında olmak istedikleri kişiymiş ve herkesin hayalinde de kendileri gibi biri varmış gibi” yansıtmaya çalışıyorlar.

Kendilerini “eşi benzeri bulunmayan özel bir insanmış” gibi yansıtmaya çalışıyorlar. Çünkü, oldukları halleri ile “yeterince beğeni” alamıyorlar ve alamadıkça da “değerlerinin düştüğünü” düşünüyorlar. “Başkalarının gözünden düşmemek için kendi gözlerinden düşüyorlar.” Herkesin gittiği mekânlara gidemezlerse, herkesin giydiği kıyafetleri giyemezlerse, herkesin yediği yemekleri yiyemezlerse, herkesin verdiği pozları veremezlerse, “akımlara” uyamazlarsa ve bütün bunları sosyal medya hesaplarında sergileyemezlerse değerlerinin düştüğünü düşünüyorlar!

Ancak, “herkes gibi olmamak için herkes gibi oldukları” gerçeğini gözden kaçırıyorlar! Aranan, beklenen, arzulanan, sevilen, saygı duyulan birisi olmak için dev aynasının gerektirdiği şekilde davranmak zorunda kalıyorlar! Moda olan, popüler olan her neyse onun peşinde koşmak zorunda kalıyorlar! Bir süre sonra, herkesin yaptığı şeyleri yapmak ve bunları “sergilemek” onlara yetmemeye başlıyor. Herkesin yaptığı şeyleri “farklı bir şekilde yapmanın” ve “farklı bir şekilde sosyal medyada sergilemenin” yollarını aramak zorunda kalıyorlar! “Biricik olma özellikleri” kaybolmasın istiyorlar!

İnsanların tepkilerine ve yorumlarına bağımlı olmaya başladıkça “gerçeklikten daha da kopmaya” devam ediyorlar. Sahte gerçekliklerine zarar getirecek en küçük tepkiye şiddetli karşılıklar veriyorlar! “Onları en mükemmel göstermeye yardımcı olacak” yorumlara kucak açıyorlar. Sahte gerçeklikleri darbeler almaya başladıkça “takipçi sayısını artırmaya ve takipçilerinin beklentilerine göre hareket etmeye” daha istekli oluyorlar! Bazıları, “telefonun başında kendisinin fotoğraf atmasını bekleyen meraklı bir kitle olduğunu” bile düşünüyor!

Takipçi sayısı ve etkileşimi az, takipçilerinin kalitesi “beklentilerin altında kalanlardan” arkasına bakmadan kaçmaya çalışıyorlar. Çünkü; az, çirkin, gösterişsiz, ucuz, başarısız olan şeylerin değersiz olduğunu düşünüyorlar. Değersiz olduğunu düşündükleri bu özelliklerinden birine bile sahip olan birini görürlerse hemen kaçmak istiyorlar. “Kendileri gibi olmadığını düşündükleri” insanları yanlarına yaklaştırmak istemiyorlar. Bunu yaparlarsa da ancak “takipçi sayıları artsın” diye yapıyorlar!

Gerçek kişilikleri ile sosyal medyada “bir yer edinemeyen bazı insanlar”, “sanal kişilikleri” ile “kitleleri peşlerinde koşturmayı başardıklarını gördükçe” gerçek kişiliklerinden daha da uzaklaşmaya, daha doğrusu “kendilerini keşfetmekten” daha da uzaklaşmaya başlıyorlar. Sosyal medyada “el üstünde tutuldukça” aslında sandığı kadar değersiz ve yetersiz olmadığını düşünmeye başlıyorlar ve kendilerini değiştirme ihtiyacından daha da uzaklaşıyorlar. Sahte bir özgüven, sahte bir mutluluk, sahte bir değer algısı gözlerini daha da kör ediyor!

Sosyal medyada değerli sayılabilmek için gerekli olan “mükemmellik standartlarına” uydukça ve kendilerinden uzaklaştıkça her şeyin ‘en’lerini aramaya başlıyorlar. ‘En’ olma özelliğini taşımayan her şeyden koşarak uzaklaşıyorlar. Sayılmaya, sevilmeye, hoşgörü gösterilmeye değer olan şeylerin mutlaka “en” özelliği taşıması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar. En mükemmel cilt, en mükemmel sevgili, en mükemmel ayakkabı, en mükemmel burun, en mükemmel fotoğraf… Kurdukları “sahte gerçeklik evreni” de “sahte gerçekliğini” yitirmeye başlıyor. Sahte gerçekliğin de üstünde bir “üst gerçeklik” ortaya çıkmaya başlıyor! Sanal dünyada var olabilmek için gerekli olan kriterlerin gerçek hayatta da var olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar!

Elbette bu algıya neden olan tek etken sosyal medya değil. “Mükemmel olma arzusunu” besleyen ve “gerçek ihtişamın mükemmellikte olduğunu düşünmemize neden olan” başka etkenler de var. Onları da sonraki yazıda konuşalım…