Gözetimin gözetledikleri - 3

“Büyük kapatılma ve disiplin toplumu“ başlıklı yazımda, 1657 yılında Fransa’da gerçekleşen  “Büyük Kapatılma“dan bahsetmiştim. Ardından da insanların okul, hapishane, iş yeri gibi yerlerde disiplin yöntemleri kullanılarak üretken hale getirilme süreçlerinden örnekler vermiştim. Şimdi ise başka türlü bir “kapatılma“dan bahsetmek istiyorum: “Teknolojik Kapatılma“. Teknolojik Kapatılma, ‘Büyük Kapatılma’dan çok daha farklı bir kapatılma türü bence. Buradaki “kapatılma“yı bir mekânın içerisine kapatılmaktan ziyade “teknolojik aletleri kullanmak zorunda kalmaktan kurtulamamak“ anlamında kullanıyorum. Evet, sürekli olarak teknolojik anlamda  “kapatılıyoruz“ ve bundan kurtulamıyoruz. Tıpkı  eğitim almak, para kazanmak ya da cezamızı çekmek için bir mekânın içerisine  “kapatıldığımız“ ve belli bir zaman geçirmeden bu “kapatılma“lardan kurtulamadığımız gibi. Ancak, “Teknolojik Kapatılma“ bitmiş ve bitecek bir sürece benzemiyor. Sürekli kapatılıyoruz!   

Örnek olarak elektriği ve aydınlatma sistemlerini ele alalım. Eskiden, ortamı aydınlatmak ve etrafımızı daha net görebilmek için kullandığımız mum, gaz lâmbası gibi araçlar, günümüzde geçmişte kalmış güzel anılar haline geldi. “Eskiden... “ şeklinde başlayan cümlelerimizde  geçmişe özlemimizi dile getirirken andığımız nostaljik öğeler oldular çoktan.  Loş ışık ve karanlık köşeler pek kalmadı günümüzde. Biraz karanlık olsun, hemen korkuyoruz ve sarılıyoruz etrafımızı aydınlatmaya yarayacak olan ne varsa!  Her şey ”şeffaf“ olsun istiyoruz. Göremediğimiz hiçbir şey olmasın istiyoruz! Herkesi ve her şeyi görmek heyecan veriyor herkese! Bu heyecan içimizde büyüdükçe teknolojik olarak daha da “kapatılıyoruz“, teknolojik aletleri kullanmaya her geçen gün daha da alışıyoruz.

Aracımızla yola çıkıyoruz. İstiyoruz ki biraz hız yapalım ve heyecan yaşayalım. Hayır, izin verilmiyor! Kim izin vermiyor? Kim demek yerine  “ne“ demek lazım aslında! Yine teknolojinin çocuklarından biri izin vermiyor: “EDS (Elektronik Denetleme Sistemi)“. Aslında izin veriyor. Geçerken yukarıda bir yazı çıkıyor ve  “çok hızlı gidiyorsun, yanlış yapıyorsun“ diyor. Konuşmuyor elbette, insan değil kendisi. Çocuk dediğime bakmayın! Bağırmıyor, düdük öttürmüyor, durmamız için el işareti de yapmıyor, hatta arabası da yok; peşimize de düşmüyor! Yani bir trafik polisi değil kendisi. “Hız yapabilirsin“ diyor,  “ama sonuçlarına katlanmak şartıyla“ diye de ekliyor! Cezayı sonradan adresimize yolluyor. Biz de yediğimiz ceza sayısı arttıkça  “kurallara uyarak araç sürmeye“ o kadar hevesli olmaya başlıyoruz. Ne olmaya başlıyor, trafik polisleri de birer  “nostalji öğesi“ olmaya başlıyorlar. İnsanlar EDS’nin “güvenlik için gerekli olduğunu“ düşünüyorlar. Haklılar elbette ama güvenlik tedbirleri arttıkça “şeffaflık“ da artıyor. İnsanların  “görünmezlikleri“ de azalıyor. Kapatılıyorlar!

“Kameralar“ sadece trafikte değil, hayatın neredeyse her alanında bizi “kapatmaya“ devam ediyor. Kapattıkça hayatımızı “şeffaflaştırmayı” daha da arttırıyorlar! Sokakta yürürken, bir mekâna girerken, birisiyle bir şeyler konuşurken, birisine baktığımızda, kavga ettiğimizde, bir şeyler içerken,  alışveriş yaparken, kısacası neredeyse her şeyi yaparken hayatımızı “görüntülü ve sesli“ olarak kayıt altına alıyorlar! Bu sürekli olarak “kayıt altına alınma hali“nden kaç kişi rahatsız oluyordur bilimiyorum. Ancak, sayılarının çok  olduğunu düşünmüyorum! Çünkü, insanlar bu aletlerin “güvenlik için“ gerekli olduğunu düşünüyorlar. Haklılar elbette, güvenlik önemli! Şimdi kalkıp gitsem bir mekâna ve mekân sahibine,  “Yahu, iyi hoş ama bu aletler insanların ‘özel hayatının gizliliğini’ ihlâl ediyor“ desem, muhtemelen beni oradan kapı dışarı ederler ve belki de bir daha oraya sokmazlar! Çünkü, insanlar “güvenliğin bedelinin özgürlük olmasını“ normal karşılıyorlar. Evet evet, doğru söz bu: “Güvenliğin bedeli özgürlüktür“!

Hangi özgürlük? Kimseye zarar vermeden rahatça dolaşabilme özgürlüğü, rahatça konuşabilme özgürlüğü, bir şeyleri “gizleyebilme“ özgürlüğü ve diğer özgürlükler! Bir taraftan teknolojik olarak “kapatılıyoruz“, diğer yandan hayatımız “şeffaf hale gelmeye“ devam ediyor. Bu insanları pek rahatsız etmiyor. Çünkü, insanların düşünmesi gereken çok daha önemli ve hayatî şeyler var. Bunları düşünmeye vakit ayırmak istemiyorlar. Bir olay mı oldu, hemen “teknolojik kapatılma“yı arzuluyoruz. Hemen güvenlik kameralarına sarılıyoruz. Çünkü onlar her yerdeler! Köşe başlarında, markette, “sayıları neredeyse tükenmiş olan“ bakkallarda, okulda, iş yerinde, hatta evlerde! Futbol maçlarında bile! Hakkımızda sürekli belge ve bilgi topluyorlar ama çoğu zaman bizimle konuşmuyorlar!

Paramız bitiyor ve ATM’ye gidiyoruz. Bizi bir makine karşılıyor yani! Bizimle konuşmuyor ama biz sürekli olarak  “onun bize verdiği komutlara“ uymak zorunda kalıyoruz. Belli ritüelleri yerine getirmeden bize paramızı vermiyor. Bu yüzden, ritüelleri “yerine getirme noktasında yetersiz olanlar“ bazen kavga edebiliyor bu ruhsuz oyuncaklarla! Tekmeliyor, kafa atıyor, yumruk atıyor, küfrediyor ama söz geçiremiyor onlara! Artık insanlar yok karşımızda. Tek taraflı bir iletişim: “İstediğimi ver, istediğini al!“ Her türlü sözünü geçiriyor bize! Orada da güvenlik kamerası var. ATM’nin kendisi de biliyor zaten bizim neler yaptığımızı. Ne kadar para yatırdık, ne kadar çektik, kime yolladık, çulsuzun biri miyiz...

ATM’lerden daha gelişmişleri de var bu oyuncakların. Kartlı Geçiş Sistemleri’nden bahsediyorum. Bir yere girmek, bir yerden çıkmak, bir yerde oturmak, bir şeyler yemek, bir şeyler yapmak için bu oyuncaklardan izin almak zorunda kalıyoruz.  İş yerine girerken, otoparka girerken, okula girerken, toplu taşımaya binerken, öğrenci yurdunda yemek yerken, hatta dairemizin bulunduğu apartmana girerken! Saat kaçta girdik, kaçta çıktık, ne yedik, ne içtik her şeyi biliyorlar.  “Kapatılma“ya ve şeffaflaşmaya devam ediyoruz ve  “ne var canım bunda“ demeye devam ediyoruz. Ne mi var?   “Ruhsuzluk“ var, “acımazsızlık“ var,  “hal, hatır sormama“ var,  “zorbalık“ var! İnsanlara acımıyor bu oyuncaklar!  “Paran yoksa yapamazsın, giremezsin“ diyorlar!  “Bizim dediğimizi yapmaya mecbursun“ diyorlar!  Bu ruhsuz oyuncakların anlayışı tek bir cümleyle şöyle aslında: “Şartlar bunlar, işine gelirse!“ İnsanlar da böyle davranıyor, doğru. Ancak, en azından insanlarla tartışabiliyorsunuz! Haklarınızı alabileceğinize inanmasanız bile  tartışabiliyorsunuz! Bu ruhsuz oyuncakları yenmek mümkün değil! “Kapatıyorlar“ sizi. Dışarıda dolaşabiliyorsunuz ama sürekli kapatılarak ve “şeffaf hale getirilerek“ dolaşabiliyorsunuz. Sürekli ve  “her türlü“ bilgilerinizi alarak çalışıyor bu ruhsuz oyuncaklar!

Bilgisayarlar ve telefonlar da aynı şekilde. En çok da bu iki ruhsuz oyuncak  “şeffaflaştırıyor“ hayatımızı! Kiminle konuşuyorsunuz, neler konuşuyorsunuz, ne yapıyorsunuz, “ne yapmıyorsunuz“... Hele bir de internet girince işin içine, vay halimize! Yüz tanıma sistemleri, şifreler, parmak izi tanıma sistemleri de var. Tanımadığınız, bilmediğiniz, güvenmediğiniz, “güvenmeseniz de bilgilerinizi vermek zorunda kaldığınız“ birçok ruhsuz oyuncak! Bu saydıklarım elbette en basit örnekler, en çok kullandığımız ruhsuz oyuncaklar! Daha gelişmişlerini düşünmek bile istemiyorum! Çünkü, her geçen gün gelişmeye devam ediyorlar. Mesela, İHA’lar! Yani “İnsansız Hava Aracı“. Bütün teknolojiler gibi, İHA’lar da insanların faydasına olduğu kadar zararına da kullanılabilir. Tepemizde bir İHA geziyor ve farkına bile varamıyoruz. Bir de bunların küçücük olanlarını üretiyorlar. Belki penceremizin yanına kondu ve bizim haberimiz bile yok! Bunlar olmuyor mu, oluyor.

“Teknolojik Kapatılma“lar saymakla bitmez. Teknolojik Kapatılma’ya o kadar alıştık ki onların yokluğu bizi korkutur hale geldi. Onların yaygınlaşması ve “hayatımızdan hiç çıkmamaları için“ elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Kapatıldıkça kapatılıyoruz! Bilerek, isteyerek, bazen istemeyerek de olsa kapatılmaya ve “hayatımızın şeffaf hale gelmesine“ izin veriyoruz. Yakın zamanda başka bir  “kapatılma“ daha oldu! Hepimizi derinden etkileyen,  etkilemeye devam eden, belki de devam edecek bir kapatılma. O “kapatılma“yı da bir sonraki yazıda konuşalım bence...