Bir tarafta ‘ezenler’, diğer tarafta ‘ezilenler’ mi var ?

Onları bu hapisten çıkarmaya çalışanları da  “hapse“ yaklaştırmamaya çalışırız. Ben bugün, hapsettiğimiz kelimelerden iki tanesini bu hapislerden kurtarmak için “hapse“ yaklaşmak istiyorum. Bu kelimelerin hapisten çıkmasını istiyorum. Yardım etmek isteyenler beni takip edebilirler.

Sürekli kullandığımız bazı kelimeler vardır. Bıkmadan, usanmadan kullanırız onları. O kadar çok kullanırız ki, başka birileri bizim kullandığımız bu kelimeleri farklı anlamlara gelecek şekilde kullanınca sinirleniriz, kızarıp bozarırız hemen. Sanki kullandığımız bu kelimelerin anlamları “bize aitmiş ve diğer insanlar bu kelimeleri  başka anlamda kullanamazlarmış“ gibi davranırız. Bu kelimeleri, kullandığımız anlamların içine, “anlam hapishanesine“ hapsetmeye çalışırız. Onları bu hapisten çıkarmaya çalışanları da  “hapse“ yaklaştırmamaya çalışırız. Ben bugün, hapsettiğimiz kelimelerden iki tanesini bu hapislerden kurtarmak için “hapse“ yaklaşmak istiyorum. Bu kelimelerin hapisten çıkmasını istiyorum. Yardım etmek isteyenler beni takip edebilirler.

Nedir o iki kelime? İlki, “ezenler“. İkincisi ise, “ezilenler“. Bu iki kelime sizde nasıl bir çağrışım uyandırıyor? Ne düşündünüz bu iki kelimeyi görünce? Biraz daha yaklaşalım hapse ve bir göz atalım.  “Ezenler“ ve  “ezilenler“! Kulağa çok hoş geliyor aslında. Çok hoş! “Hangi tarafı seçersiniz?“ diye bir soru sorsam, bazılarınız  “ezenler“in, bazılarınız da “ezilenler“in tarafında olmayı seçerdiniz.  “Ezenler“in tarafını seçenler, muhtemelen benzer sebepler ileri sürerlerdi.  Bazıları, “Bu zamana kadar hep ezildim, bundan sonra ben ezeceğim. Bu dünyada ezilenler hiçbir zaman kazanamaz!“ şeklinde bir cevap verirdi. Bazıları, “Ben her zaman ezen tarafta oldum, neden ezilen tarafta olayım ki?“ şeklinde bir cevap verirdi. Bazıları, “Ezilme, ez!“ derdi belki. Cevaplar uzatılabilir. “Ezilenler“in tarafını seçenlerden bazıları, “Ezilirim ama yine de ezmem. Ben insanlar arasında barış olması taraftarıyım.“, bazıları, “ Şimdiye kadar ezildim ama hiçbir zaman adaletten sapmayı düşünmedim!“ diyebilirdi. Bazıları da “Ben istesem de insanları ezemem ki!“ şeklinde cevaplar verebilirdi. Şimdi bu cevapları bir kenara koyalım ve devam edelim. Bu iki kelimeye bir daha göz atalım. İlk bakışta ne gözüküyor? Sanki  bir tarafta  “ezenler“, diğer tarafta “ezilenler“ varmış gibi duruyor. Ezenler ezilenlere karşı, ezilenler de ezenlere karşı savaşıyormuş gibi duruyor. Bakın, burada günlük hayattaki tavırlarımızdan değil, kelimenin çağrıştırdığı anlamlardan bahsediyorum. Haa, yeri gelmişken söyleyeyim: Ben bu kelimeleri sadece “fiziksel şiddet uygulamak“ olarak değil, bütün ezme biçimlerini kastederek kullanıyorum. Muhtemelen siz de benim gibi düşünmüşsünüzdür. Fiziksel, ekonomik, psikolojik, sosyal ve çok daha başka  “ezme biçimleri“ var. Neyse, devam edelim. Kelimeleri bir kenara bırakıp günlük hayatta olup bitenlere bakınca, olayın aslında bizim düşündüğümüz kadar basit olmadığını görüyoruz.

Neden basit değil? Çünkü  “herkes herkesi eziyor“! Ezilen, ezildiği için şikâyet eden, artık ezilmek istemeyen, ezilmemenin yollarını arayan herkes; “etrafındaki diğer insanları, daha doğrusu canlıları“ bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, bazen ya da sürekli eziyor. “Ezenler“ denince, hemen aklımıza  “büyük para babaları, devlet yöneticileri, güçlü aileler, çevresi ve gücü fazla olan ‘küçük firavunlar’ “ geliyor! Hayır, öyle değil. Sadece o kadar değil. Ezilenler de eziyor, ezenler de eziliyor. En yoksulundan en zenginine kadar herkes eziliyor. Belki  “güçlü ezilenler“,  “güçsüz ezilenler“ kadar çok ezilmiyordur, doğru ama bu ezildikleri gerçeğini değiştirmez. Hayır, hayır.  “Güçlü ezilenleri“ savunuyor değilim!

Fakir bir anne ve baba, çocuğunu,  “eşeğin sudan hiç gelmeyeceği“ bir zamana kadar  “ezebiliyor“. Bakın ‘eziyor’ diyorum, ‘dövüyor’ demiyorum. Çünkü bu ezme davranışı hiç bitmiyor. Komşular, diğer komşularının; akrabalar, diğer akrabalarının; kadınlar ve erkekler, diğer kadın ve erkeklerin; patronlar, diğer patronların; hükümetler, diğer hükümetlerin “tökezlemesinden, başarısız olmasından; canlarını, mallarını, itibarlarını kaybetmesinden“ mutluluk duyuyorlar. Pusuda bekliyorlar hepsi. Sözleriyle, elleriyle, yüzleriyle, gülüşleriyle, yürüyüşleriyle, umursamayışlarıyla, bekletmeleriyle, söz verip tutmayışlarıyla, arkalarından konuşmalarıyla, alay edişleriyle, paraya muhtaç edişleriyle, borca sokuşlarıyla, kandırıp terk edişleriyle, “soylu bir aileden gelişleriyle“, paralarıyla, mevkileriyle, çevreleriyle, silahlarıyla, tanklarıyla, dalavereleriyle, kendilerini olduklarından farklı gösterişleriyle sürekli olarak  “ezmeye“ çalışıyorlar. Bu hiç bitmiyor ve maalesef hiç bitmeyecek.  “Eee, bitmeyeceğini düşünüyorsan neden anlatıyorsun bunları bize?“ diye sorabilirsiniz bana. Söyleyeyim: “Bitmeyeceğini düşünmeyin diye“! Böyle söyleyince de, “Hem bitmeyeceğini düşünüyorsun hem de bitmeyeceğini düşünmemizi istemiyorsun, sen ne demek istiyorsun?“ diye sorabilirsiniz, sormalısınız da! Siz sorun, ben cevaplamaya çalışayım.

Neden bitmeyecek ve neden “bitmeyeceğini düşünmemenizi“ istiyorum? Bitmeyecek, çünkü bitmesini istemiyoruz. “İstemiyor muyuz? Nasıl istemeyiz, canımıza tak etti artık!“ diyor olabilirsiniz bana.  “Diyor“ olabilirsiniz ama bunu derken aynı anda “bitmesi için bir şey yapmıyor“ da olabilirsiniz! Ya da sadece “ezilmemek istiyor“ ama “ezmek istiyor“ olabilirsiniz. “Bitsin, biz bekleriz.“ demekle olmaz bu işler, film izlemiyoruz. Filmi izlemediğiniz halde “izliyormuş gibi“ yapabilirsiniz ama “ezmiyormuş ya da ezilmiyormuş gibi“  yapamazsınız. Belki bir süre yapabilirsiniz ama sürekli olmaz bu “mış, miş, muş, müş“ hali! Siz ezmezsiniz ama bu, sizin ezilmeyeceğiniz anlamına gelmez, maalesef gelmez. Keşke gelseydi ama gelmez. Bunu bilecek kadar uzun yaşadığınızı varsayıyorum. Çok yüksek bir mevkiye sahip olabilirsiniz, çalışanlarınızın “canına okuyor“ olabilirsiniz ama elbet sizin de “canınıza okuyacak“ birileri çıkacaktır! Bir bakın etrafınıza, dünyaya, televizyona, sosyal medyaya. Ne görüyorsunuz? Mesela “tek sözüyle dünyayı birbirine katan“ insanları görebilirsiniz. Ancak, biraz daha dikkatli bakarsanız bu dünyayı birbirine katanların aslında sürekli olarak ezildiğini görürsünüz. Ezilirler, evet! O kadar büyük bir mevkiye sahiplerdir ki söyledikleri şeyler, yedikleri yemekler, yaptıkları hareketler, gittikleri yerler sürekli gözlem altındadır. Mesela bu insanlar yere düşemezler. Evet, evet düşemezler. Düşerseler; aylarca, yıllarca konuşulabilir bu düşüşleri. Normal bir eylem olan düşme eylemi, onlara yasak hale gelir. Sürekli olarak güvenlik endişesi duyarlar. Korumaları, hizmetçileri, şoförleri, eşleri ve dostları hep tedirgin eder onları. Rahat rahat uyuyamazlar, çünkü uyurken “kontrol edemezler“ bir şeyleri! Kontrol edemezlerse,  “kontrol ettiği insanların gözünde“ ezik konumuna düşerler. Dil sürçmeleri, ses kısılmaları, yapılan yanlış bir hareket, söyleyeceğini unutma gibi insani davranışlar, bu kişilerin yapması yasak olan şeylerden sayılmaya başlanır. Çünkü, küçüçük bir hata birçok şeyi değiştirebilir. Varlığıyla yıllarca saltanat süren bir insan, bir gün bunları kaybetmek istemez.

Şimdi başka bir noktadan bahsedelim. Bu iki kelime genelde “yoksulluk“ ve “zenginlik“ bağlamında kullanılıyor: Zenginler ve fakirler. Böyle söylenince insanlar da zannediyor ki bütün zenginler saltanat sürüyor, bütün fakirler de sürünüyor. Evet, sefa sürenler ve sürünenler var, doğrudur. Ancak bu her zaman olmaz. Az önce bahsettiğim sebeplerden dolayı. Mesela  “işçi sınıfı“ ezilenler olarak kabul edilir. Bu kesinlikle doğrudur. İşçi sınıfı ezilir, hakları görmezden gelinir, düşük ücretle çalıştırılmaya zorlanır, çalışmayı kabul etmeyince  “kapının önüne konulur“. Bunların hepsi olur. Tamam, doğru ama burada başka bir şey var. Bir taraftan işçiler ezilirken, hakları ellerinden alınırken; diğer taraftan ezilen, hakları elinden alınan işçilere “hayır ezilmiyorsunuz, siz abartıyorsunuz“ diyen “işçi sınıfından diğer insanlar“ yok mu? Olmaz olur mu! Ee, bu arkadaşlar ne oluyor? Bunlar işçi değil mi? Bunlar da ezilmiyor mu? Bunlar neden “abartıyorsunuz siz“diyorlar? Hadi ezenleri anladık. Patronlar daha çok kâr etmek için eziyor, bu  “diğer ezilenlere“ ne oluyor da böyle şeyler söylüyorlar? Bunun çok fazla sebebi var ama onlara başka bir zaman değinirim.  İşçi sınıfından insanlar; ırk, cinsiyet, soy, mevkî, gelir, yaptıkları iş, amaçlar bakımından ve sayamayacağım kadar çok noktada birbirleriyle farklı görüşlere sahip olabilirler.  İşte bu yüzden  “ezilirken eziyor“ olabilirler. Aynı şekilde zenginler de öyle. Bu iki sınıftaki insanlar birbirini “ezmekten“ hiç vazgeçmez. O yüzden, mesele  “sadece ekonomi değildir“! Zenginler zenginleri, zenginler fakirleri, fakirler fakirleri, fakirler zenginleri “çok farklı şekillerde“ ezebilirler.  “Fakirler zenginleri nasıl ezecekler ki?“ dediğinizi duyar gibiyim. Duydum. Nasıl biliyor musunuz? Zengin, mevkî sahibi, tanınmış birisini “görmezden gelerek“! Evet, evet görmezden gelerek! Bu da bir “ezme biçimi“dir.  “Eee,  ezdik de ne oldu, cebimize para mı girdi?“ diyorsunuz değil mi? Haklısınız, girmedi. Ben girecek demedim ki! Ben sadece bir şeyi göstermeye çalışıyorum. “Bunların bitmeyeceğini düşünmeyin, bunlar insanların yaptığı şeyler. Tam da insanların yaptığı şeyler olduğu için değiştirilebilir“ demek istiyorum. Benim yaptığım; meseleye bakışımızı değiştirmek, geliştirmek.

Ezilirken ezmezsek, insanları ezmeden bir şeyleri yapmak gerektiğini düşünmeye başlarsak, ezmenin “normal bir şey olmadığını“ düşünmeye başlarsak, böyle düşünmek için neler yapmamız gerektiğini  “düşünürsek“ belki o zaman bir şeyler düzelir, bir şeyleri düzeltiriz. Benim görevim “şimdilik“ bu kadar. Burada bitirmeliyim, yoksa laf lafı açmayı devam edecek...