Kazım Özalp'ın hatıralarında Hamdi Bey

KUPÜRLERDEN YANSIYANLAR

Hepimiz Milli Mücadele kahramanı Hamdi Bey’in aslında bir kaymakam olduğunu, Milli Mücadele saflarında çarpışırken Biga’da şehit edildiğini biliriz. Hakkında yazılmış kitapları okumuş olanlarımız belki biraz daha fazlasını…

Ancak Hamdi Bey’in Milli Mücadele öncesi nasıl biri olduğuna dair, şahsen ben hiçbir şey bilmiyordum. Ta ki Cumhuriyet döneminde TBMM Başkanlığı da yapan Kazım Özalp’ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan hatıralarını okuyuncaya kadar.

Kazım Özalp, tabir yerindeyse, Hamdi Bey’i “sivil”den tanıyor. Savaş yıllarından önce nasıl biri olduğunu biliyor ve Milli Mücadele yıllarında karşılaştıklarında hissettiklerini bakın nasıl anlatıyor:

“61’inci Fırka Kumandanı olarak Bandırmaya gelince ben, Bandırma ile İzmir arasındaki havaliye dağılmış bütün askeri kuvvetlerimizin başı mevkiine geçmiştim. (…) Fırka karargâhının Kumandanlık odasında çalışırken içeriye giren posta neferi, Hamdi adında bir çetenin beni görmek istediğini söyledi...

Gayri ihtiyari:

— Ne çetesiymiş o? dedim.

Posta neferi:

— Bilemiyom gumandanun, dedi, adı Hamdi imiş!

O anda çok dalgın bulunan zihnimle geldiği bildirilen «Çete Hamdi»nin şu dünyada tanıdığım «Hamdi»lerden hangisi olabileceğini birden kestirememiştim.

Posta neferine:

— Peki, sen adamın çeteliğini nereden çıkardın? Kendisi mi söyledi? Dedim.

Saf Mehmetçik, bana her zaman alabildiğine sevimli gelmiş olan masum ve çocuksu samimiyetiyle cevap verdi:

— Kendisi bir şey dimedi gumandanım. Gılığına bakanda ben öyle hökmettim!

Yani, kılığına bakınca, adamın bir «çete» olduğu kanısına varmış!

Beyhude kuşkuyla kafa yormanın ne lüzumu vardı?

Gelen, Fırka Kumandanlığı kapısına çete kılığında dayanmış bir suikastçı olabilecek değildi ya?

«Gelsin bakalım!» dedim.

Fakat kapı açılıp da geldiği haber verilen «Çete Hamdi» içeriye girince, hem kocaman bir hayret, hem de kocaman bir sevinçle yerimden fırlayıvermişim!

Kendisi ile odanın ortasında uzun bir ayrılıktan sonra birbirine kavuşmuş iki kardeş gibi kucaklaştığımız bu ziyaretçi, o sırada Edremit Kaymakamı bulunan Köprülülü Hamdi Beydi...

Karşımda onu görür görmez niçin o kadar büyük bir sevince ve niçin o kadar büyük bir hayrete kapıldığımı anlayabilmeniz için (…) Hamdi Beyi size de dilimin dönebileceği kadar tanıtmam lâzım...

Hayır, yanlış söyledim. Zira sade niçin benim o kadar büyük bir sevince ve niçin o kadar büyük bir hayrete kapıldığımı anlamanız için değil fakat asıl Hamdi Beyi iyi tanımanız ve gelecek kuşaklara layıkıyla takdim edebilmeniz için tanıtmam lazım...

Siz Naci Sadullah Bey (röportajı yapan gazeteci): Mademki İstiklâl Savaşımızı zafer zafer yaratmış olan sihirleşmiş ruhu, gelecek kuşakların körpe yüreklerine Promete ateşinden bir alev gibi üflemek istiyorsunuz, o halde bu Hamdi Beyin hayatını, nefesinin kudretine erişilmez bir körük gibi sarılınız...

Bir büyük kahraman romanı yaratabilmek, şüphesiz bir büyük hayal ister... Fakat o Hamdi Beyin hayatı, bir büyük kahraman romanı olabilmek için sadece olduğu gibi yazılmak ister...

(…) Onu karşımda görünce kapıldığım büyük sevincin sebebini anlatmak kolay.

Çok eski ve çok sevdiğim bir dostumdu. Ona kavuşunca çok sevinmiş olmamdan tabii ne var?

Fakat o gün onu görünce acaba neden, sevincim kadar kocaman bir de hayret duymuştum?

(…) İnsan, çok eski ve çok yakın bir dostunu, çok zor tanıyabileceği bir makyaj içinde görse şaşırmaz mı?

Siz bana hak vermek için, lütfen bir Hamdi Bey düşününüz ki şiir yazar, yağlı, sulu boya ile kara kalemle resimler yapar, ut çalar, piyano çalar, keman çalar, tambur çalar, hulâsa, paradan başka hemen her şey çalar, okuyup düşünmeyi en zevkli sefahat sayar, sakalın bıyığın insanı kirpileştirdiğine inandığı için her sabah sinekkaydı tıraş olur, şık ve temiz giyinmeyi, medeniliğin mareşal üniforması bilir, zeki, bilgili, görgülü, —hem de pek çok seyahatler yaptığı için dünya çapında görgülü— ince, zarif, kibar ve daima nükteli, daima neşeli bir insandır.

Ve işte böyle bir insandır ki, siz, bir gün karşınızda başında koyu kazak karası bir mongol kalpağı ile çehresinde simsiyah bir «Cemal Paşa» sakalı ve yarı Bektaşi bıyığı ile sırtında rütbeleri sökülmüş, kışlık, hâki, eski bir zabit ceketi ile bacaklarında, diz kapaklarının alt tarafı, konçları yünlü bir Kafkas çizmesi içine tıkılmış bir asker pantolonu ile ve daha üstelik de, sağ elinde bir Karadağ filintası, sol elinde sapı gümüşlü bir Çerkez kamçısı ile ve üstelik daha, daha üstelik de, göğsünde bir kaç bölüğe yetecek kadar mermilerle dolu fişekliklerle, belindeki fişeklikli kemerden sarkan bir kocaman barabellum tabancası ile boynundan geçirilmiş kayışta sallanan bir askeri Zays dürbünü ile ve kaba eti üzerinde yine boynuna geçirilmiş bir başka kayışa takılmış bir kocaman meşin harita çantası ile görüyorsunuz! Hatta belinden sarkan bir bomba dahi taşıyordu.

Soruyorum: Şaşmaz mısınız?

Nitekim ben de birden, çok sevince olduğu kadar çok da hayrete kapılmış ve yıldırım hızıyla, nefis sanatlar âşıklığından Makedonya çeteciliğine ustaca intikal etmiş görünen bu eski ve sevgili dosta gayri ihtiyari:

— Bu ne hal böyle yahu?... demişim!

O, sükûnetle cevap verdi:

— Hâlimde şaşılacak ne var Kâzım kardeş? İngiliz’in uşağı İzmir’de palikarya kesilirse, Edremit’in şairi Manisa dağlarında elbet zeybek olur!”

***

Evet, 1968 Mayıs’ında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan anılarında, Milli Mücadele günlerinde Hamdi Bey’le karşılaşmasını işte böyle anlatıyor Kazım Özalp…