KÜLTÜR SANAT

Meğer kahve arkadaşım çok değerli bir profesörmüş!

İpek Gürkaynak hanımı uzun zamandır tanırım. İlk önce aynı butikten alışveriş yaparken tanıştık. Sonra kahve sohbetleri yapma şansım oldu kendisiyle. İlk gördüğümde hiç tanımıyordum ama kapıdan içeriye girdi ve dedim ki; ‘ne kadar güzel bir kadın. çok asil, konuşmaları, tavrı. Abartmıyorum. kraliçe gibi.”

Zamanla tanıştık. Meğer kahve arkadaşım profesörmüş. Meğer Biga’ya değer katan çok önemli bir insan, değerli bir eğitimci, farkındalığı çok yüksek bir anne ve babaanneymiş. Bunu nasıl bilmem diye çok kızdım kendime. Ama hiç söylemedi ki. Bunları da başkalarından öğrendim. Ama gerçekten bazı insanlar bunu hiç konuşmadan da daha içeriye girerken anlatabiliyor. Samimi olmaya başlayınca arada söyledim, ‘Bir röportaj yapar mıyız?’ diye. Hiç ‘hayır’ demedi. Ben basılı gazetede olsun istedim röportajımız. Şans getirsin istedim. O yüzden bu kadar bekledim.

Haberleştik ve Biga'nın yakın tarihine tanıklık etmiş müthiş bir mimarisi olan, Mehmet Bey ve İpek hanım tarafından emekle bakılmış korunmuş, geliştirilerek sahip çıkılmış, hepimizin bildiği MRG Otel'in, aslında evlerinin bahçesine gittim. Oğlum Noyan Atilla da benimle geldi. Hatta haberin fotoğraflarını o çekti.

İlk otele girdik. Kapıda karşılandık ve önce oğlumla sohbet etti. Kendi kitaplarından imzalayarak ona verdi. Yani ona birey olduğunu hissettirdi ve neredeyse 2 saatlik röportaj esnasında hiç sıkılmamasını sağladı. Annesinin usulünde yaptığı sıcacık peynirli simit ve mis gibi kekten ikram ettikten sonra başladık sohbete.

Nereden başlasam, neler sorsam diye çok düşündüm. Çünkü çok derin ve başarılı bir eğitim ve kariyer serüveni, birçok konuda ülkeye katkı sağladığı projeler, bunca yoğun bir hayatın içinde geleneksel kültürüne hep sahip çıkmış bir yurttaş, ömrünün yarısını bu ülkenin kadınları ve çocuklarının haklarını kazanmaları için harcamış bir emektar ve tüm Türkiye'nin ve dünyanın başarılarıyla tanıdığı biri ekonomist diğeri ise hukukçu iki oğlunun annesini size kısaca anlatmaya çalışacağım.

Benim gibi tanımayan kalmasın diye aklıma ilk gelen soruları yazdım. Bence büyük bir fincan kahve yapın şimdi kendinize ve öyle okumaya başlayın…

******

“PİSS KOLOJİ…”

60'li yıllarda psikoloji okumak nereden çıktı?

Ben 1964'te liseyi bitirdim. 64-68'de ODTÜ'de psikoloji okudum. Büyük olasılıkla 62 ya da 63 yılındaydı. Annemin kankası diyeyim bugünkü tabirle, Nezihe teyzenin kızı Işık ODTÜ psikolojiye girdi. Lisede ders olarak psikoloji görüyorduk ve severdim dersi ama ‘gideyim de psikolog olayım’ falan hiç öyle bir şey yoktu aklımda. Benim üniversite için kurduğum hayal yabancı dil ile ilgiliydi. İlkokuldan itibaren lise sona kadar TED Ankara Koleji'nde okudum. İngilizce’yi öğrendim ve çok seviyordum. Ya Dil Tarih'in İngiliz Filolojisine gireyim ya da İtalyan Filolojisi falan gibi bambaşka bir dil alanına girer miyim diye düşünüyordum. Çünkü simultane çevirmen olmak istiyordum. Sonra işte, Işık ODTÜ psikolojiye girdi. Sık sık görüşürdü aileler ve Işık hep odasında ders çalışırdı. Ben de onlara gidince, onun odasına girer kitaplarına, notlarına bakardım. Ve farkında olmadan beni müthiş sarmaya başladı onun kitapları, çalıştığı konular. Arada soru sorardım ve verdiği cevaplardan etkilenirdim… Benim zamanımda iki sınav yapılırdı. Birisi ODTÜ için diğeri ise merkezi sınavdı. Normalde ODTÜ sınavına girmeyecektim. Sonra ikisine de girdim ve ikisini de kazandım. Öyle olunca karar vermek gerekti. Ama çok uzun sürmedi. Çünkü psikolojiye iyice yapışmıştım. ‘Ben psikoloji okumalıyım’ dedim. Babam okumamı çok önemser ve teşvik ederdi. Ben evde psikoloji lafları etmeye başlayınca ‘pisss koloji’ diye dalga geçerdi. ‘Bu piss koloji nereden çıktı a kızım. ‘Bari sosyoloji okusaydın. Biri sorunca ne diyeceğim. Ne diyeceğimi şaşıracağım’ demişti. ‘Kimya mühendisi, eczacı gibi elle tutulur bir şeyler olsan’ derdi.

Babanız ne iş yapardı?

Demiryolcuydu babam. Devlet Demiryolları'na 42 yıl hizmet etmiş. 1923 yılında başlamış. Hatta bir tarihçi arkadaşım ‘Devlet Demiryollarının Cumhuriyet tarihi senin baban’ derdi. Lise mezunuydu babam. Okumak istemiş ama okuyamamış birisiydi. O yüzden benim okumamı çok önemserdi.

SOSYAL PSİKOLOG OLARAK İNSAN İLİŞKİLERİ…

Akademik hayat sizde hiç bitmedi tabi ama bir süre sonra sosyal psikolog oldunuz ve sadece kendi kimliğinizle değil bir sosyal psikolog kimliğiyle ya da farkındalığıyla yaşamak sizi etkiledi mi? Kişisel ilişkilerinizde huzursuzluk vermedi mi? Mesela herkesi tartar mıydınız?

Öncelikle ‘Etkiledi mi?’ sorunuzun yanıtını vereyim. Hayır. Bilinçsizce yaptıysam bilmiyorum ama olumlu anlamda etkilemiş olabilir mi? Evet. Mesela bir insanı suçladığın zaman hemen savunmaya geçeceğini öğrenen birisi oldum. Dolayısıyla, parmak uzatan, suçlayan ‘Ama sen dedin ki’, ‘Sen yaptın ki’ diyen birisi olmamaya özen gösterdim. Belki ondan önce diyordum. Yani hatırlamıyorum ama böyle küçük küçük şeyler. İnsan ilişkilerinde nelerin olumsuz sonuçlara yol açtığını, nelerin iyi olmadığını öğrendikçe bunlardan uzak durmayı öğrendim sanırım. Bu anlamda belki de ileride soracağınız sorularla da alakalı şu lafı hiç sevmediğime dönüştü mesele: Terzi söküğünü dikemez. Yani psikologsan ya da psikoloji ile ilgili bilgi sahibiysen, insan ilişkilerin iyi değildir. Bu doğru değil. Ben kendi yaşamımda da, kendisi de sosyal psikolog olan eşiminkinde de, meslek mensubu olan dostlarımda da terzilerin söküklerini çok güzel dikebildiklerini hatta terzi oldukları için herkesten daha iyi dikebildiklerini gördüm.

O zaman siz kendinizi değiştirdiniz aslında?

Böyle sözlendirmek aklıma gelmemişti. Evet, haklısınız aslında, öyle oldu.

“ÇOCUK İŞÇİLİĞİNDE BAŞLADIĞIMIZ YERDEYİZ…”

Araştırırken Susam Sokağı'nda danışmanlık yaptığınızı gördüm ve çok şaşırdım. Susam Sokağı bir dönemin çocukluğudur. Okuma yazma öğreten, duygu kontrolü öğreten, görsel ve işitsel her anlamda bir devrim niteliğinde proje. Ama kariyerinizde buna benzer çok proje var aktif olarak içinde bulunduğunuz. Hayal kırıklıkları yaşadığınız ya da sonuçlanmayan sizde etki bırakan birkaç şeyden bahseder misiniz? Yani her proje hedefine ulaştı mı?

ILO-Uluslararası Çalışma Örgütü ile IPEC isimli bir projede çalıştım. Çocuk işçiliğe son verilmesi projesiydi. Çok değerli ve uzman bir ekiple çalıştık. Neyse, o başlı başına bir maceradır. İşte orda mesela, neye ulaşabildik diye sorgularsam çok olumlu bir şey söyleyemiyorum. Daha geçende bir haberde çocuk işçiliğine son verilmesi için çalışmalar falan diye bir şey söylüyordu televizyonda. Eşime döndüm ‘Şuraya bak. Kaç yıl sonra bizim başladığımız yerdeyiz hala’ dedim. Olamadı yani. Yürüyemedik. Bugün bile beni çok etkileyen bir slogan bulmuştuk. ‘Hala gülümsüyorsa çocukluğuna verin.’ Bu sloganın yazılı olduğu kartlarda arkadan gülümseyen bir çocuk işçi görünürdü. İşini yapıyor, yani diyelim araba tamir ediyor, dönmüş böyle gözlerinin içi parlayarak bakıyor. ‘Hala gülümsüyorsa çocukluğuna verin’, zira gülümseyecek halde değil ama fotoğrafı çekiliyor diye gülümsüyor. Çocuk çünkü. Bu slogandan çok etkilenmiştim. Evet, bütün çabaya karşın, hedefine ulaşamadığını düşündüğüm projelerden birisi olarak ilk aklıma gelen bu.

SUSAM SOKAĞI DANIŞMANLIĞI…

Susam Sokağı ise hedeflerine müthiş ulaşan bir proje oldu. Bu projede danışmanlık yaparak aktif olmaktan çok gurur duyuyorum. ODTÜ'den Profesör Nail Şahin ve ben iki danışmandık projede. Nail, bilişsel hedeflere yönelik çalışıyordu. Ben ise sosyal hedeflere… Yani arkadaşlık, iyi ilişki kurma gibi gündelik yaşamdaki ilişkiler için. Hedefleri koyuyorduk. Yazarlar tarafından yazılan parçaları okuyorduk. Kabul ediyor, reddediyor ya da değişiklik istiyorduk ve sonra o parça çekilirken izliyorduk. Gerekirse orada da müdahale ediyorduk. Örnek vereyim. Kağıt üzerinde yazıyor ki, ‘Çocuk sofrayı kurar. Kurarken de kaşık şuraya, çatal şuraya gibi şeyler söyler.’ İyi peki bu olsun diye kabul etmişiz. Sonra çekim oluyor ve izlerken görüyorsunuz ki bunların yaptırıldığı bir kız çocuğu. Diyorsunuz ki ‘Hayır bunu bir erkek çocuk oynasın.’ İşte o zaman her şey tekrar çekilmeye karar veriliyor. Gece yarılarına kadar çalışılıyor. Sonra iş bitince bize, yani danışmanlara diyorlar ki, ‘Bu işi kız yapsa 2 dakikada biterdi.’ Oysa, zaten, bu tür önyargıların pekişmesini engellemek için sofrayı kız değil erkek çocuk kursun demişiz biz! Bunun gibi, Susam Sokağı anektodlarım diyebileceğim, bir kitap dolduracak kadar çok anım var.

ÇOK SAYIDA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜYLE BİRLİKTE ÇALIŞMA

Galiba çok şanslıyım. Siz söylerken daha da farkettim. Hiç bu taraftan bakmamıştım. Biz ne diye başladık, ne oldu diyeceğim işlerin içinde olmadım. Düzgün kurumlarla çalıştım. Mesela Biga'da BİKAD'ın kurucularındanım. Orada bir takım eğitimler verdim ama hiçbir zaman başka bazı kurucu arkadaşlar gibi aktif çalışmadım. Başta eşimle kurduğumuz Gürkaynak Yurttaşlık Enstitüsü olmak üzere, Umut Vakfı, TEGV, AÇEV, KEDV, Uçan Süpürge, TOG, Çanakkale'deki Çocukluk Bizde Kalsın Derneği, Sabancı Üniversitesi'nin SU Gender diye anılan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Merkezi ilk aklıma geliveren, birlikte çalıştığım sivil toplum örgütleri. Bunların hepsi yüzüme bir gülümseme getiriyor. Hem birlikte çalıştığım arkadaşlar, hem de yürüttüğümüz işler. İnsan Hakları, Yurttaşlık, Barış, Çocuk Hakları, Özgürlükler, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği gibi konularda çalıştık genellikle. Bankalar Birliği, Avrupa Konseyi gibi kurum ve kuruluşlarla da çalışmalarım var ama sivil toplum örgütlerine odaklanmamı gerektiren şekilde sorduğunuz için soruyu, ötekilerini dışarıda bırakıyorum. ERG (Eğitim Reformu Girişimi) de mesela hayatımda çok önemli yeri olan bir oluşum. Sabancı Üniversitesi şemsiyesi altında çalışan bir oluşum. Pek çok projelerinde ya yürütücülük, ya eğitimcilik ya da danışmanlık yaptım. Sonra da uzun yıllar yönetim kurulu üyesiydim ve geçen ay kendi isteğimle ayrıldım.

Ama şunu söylemeliyim. Bütün hedeflere ulaşıldı mı, yukarıda andığım sivil toplum örgütleriyle yapılan çalışmalarda? Tabii ki hayır. Bu, hiç bir zaman mümkün olmuyor. Bunları yaratan insanlar, projeyi yaratıyorlar ve sonra size haber veriyorlar. Örneğin, ‘Ben öyle bir şey yapmak istiyorum ki’ diyor. ‘Türkiye'nin şu şu şu kentlerinde masanın bir tarafına yerel yönetimleri diğer tarafına kadınla ilgili çalışmalar yapan insanları veya kurum ve kuruluşları oturtmak ve bu iki tarafın birbiriyle konuşabilmesini, anlaşabilmesini, müşterek sonuçlara ulaşabilmesini sağlayabilelim. Gelip bu projede bunun yapılması için beni yardımlar mısın?’ diyorlar. Örneğin Uçan Süpürge. Ve siz (tabii tek başıma ben değil, bir ekip) Rize’den Kars'a kadar insanlarla konuşup baştan sona tüm basamakların içeriklerini hazırlayıp projeyi kotarıyorsunuz. Ve ağlamak isteyeceğiniz sonuçlarla karşılaşıyorsunuz olumlu anlamda. Dolayısıyla şanslıyım herhalde, güzel kurumlarla, güzel insanlarla, güzel işlerde çalıştım.

Peki bu kadar işin arasında eşiniz Mehmet Rüştü Gürkaynak ile ne zaman tanıştınız?

1968 yılında ODTÜ psikolojiyi bitirdim. Üniversitenin 3’üncü sınıfında falan, doktora yapayım, akademisyen olayım düşüncesi aklıma düştü. ODTÜ'deki bazı hocalarımın da çok teşvikiyle karşılaştım. Fakat o zaman -emin değilim ama belki- bir tek Hacettepe’de vardı, psikolojide doktora. Ben klinikçi olmak istemediğimi, yani hasta bakmak istemediğimi, genel olarak toplumsal ilişkiler ile ilgili çalışmak istediğimi biliyordum ve zaten aldığım bütün dersler arasında da sosyal psikoloji ile ilgili dersler beni en çok etkileyen derslerdi. Dolayısıyla böyle bir alanda doktora yapacağım. Yapacağım da nerede yapacağım, nasıl yapacağım!

EVLİLİKLERİNİN 50’İNCİ YILINI KUTLUYORLAR

Çok sevgili hocam, sosyolog Mübeccel Kıray, ‘yurt dışına git, doktoranı yap, gel, beraber çalışalım’ dedi. Bu müthiş bir şey benim için. Evde yavaş yavaş lafını etmeye başladım. ‘Doktora yapsam ne güzel olur ama yurtdışı falan’ diye mırıldanıyorum. Annemle babam da ‘Ay biz kızımızdan ayrılamayız, bir yerlere gitme sakın, gibi şeyler sana demeyeceğiz. Ama senin yurtdışında okuman için gereken maddi olanaklara sahip olmadığımızı biliyorsun. Bir burs bulursan git. Önün açık. Bizden itiraz gelmeyecek’ dediler. Bu da müthiş bir şey. İnanılmaz ve hala müteşekkir olduğum bir destek. Düşünsenize. Yıl 1967-68. Ben, ailemin tek çocuğuyum! Araştırdım ve Fulbright bursunu öğrenip başvurdum. Kazandım ve gittim. Bunları anlatıyorum çünkü sizin Mehmet Rüştü Gürkaynak dediğiniz kişiyle, bu yıl evliliğimizin 50’inci yılını kutlayacak olduğumuz eşim Mehmet'le yolculuğumun öyküsü böyle başlıyor.

Mehmet Biga'da, şu karşınızdaki ahşap konakta doğmuş. ilkokulu Biga'da okumuş. Sonra Robert Koleji sınavını kazanıp, orada yatılı ortaokul ve lise okumuş. Üstüne İstanbul Üniversitesi'nde psikoloji okumuş. Sonra bir Amerikalı öğretim üyesinin Türkiye'de yaptırdığı bir araştırmada bir hocasının isteğiyle asistanlık yapmış ve o Amerikalı öğretim üyesi Mehmet'ten çok etkilenmiş. ‘Gel, Amerika'da benimle çalış’ demiş. Mehmet de, ‘Ben doktora yapmak isterim’ demiş ve gidip Harvard'da başlamış lisansüstü çalışmaya. Fakat bir süre sonra daha yoğun düşünmeye başlamış. Örneğin önümüzde gözlük var diye örneği şöyle vereyim. Gözlüğün sapının alt kenarını araştırıyorlar. ‘Ben bunları yapmak, bu derece mikro konularda uzmanlaşmak istemiyorum. Türkiye'ye dönmek ve daha geniş, daha derin bakabileceğim, kitlelerle çalışabileceğim bir şeyler yapacağım diye’ araştırma yapıyor ve bu esnada Kansas Üniversitesi'nde Ekolojik Psikoloji diye bir alan var. Ekolojik Psikoloji insanları gündelik yaşam alanları içinde inceliyor, laboratuvarda değil. O yıllarda bu büyük yenilik. Çünkü sosyal psikoloji demek laboratuvar demek. Ama laboratuvarda olup biten gerçek hayatta tekrarlanıyor mu bunu bilemezsiniz. Ekolojik psikologlar bu yüzden ortaya çıkmışlar ve ‘İnsanları gözlem yaparak ya da başka yöntemlerle inceleyeceğiz, bunu gündelik yaşam akışı içerisinde ve bu akışı hiç bozmadan yapacağız’ demişler. Mehmet başvurmuş ve Kansas Üniversitesi'nde sosyal psikolojiye kabul edilince ekolojik psikolojide de çalışmaya başlamış.

TANIŞMA HİKAYESİ

Dönelim bana. Bursu kazandım ama hangi üniversiteye gideceğimin kararı Fulbright bursçularına ait. Bir gün zarf geldi, ‘Kansas Üniversitesi'ne gidiyorsunuz’ diye. 68 yılındayız düşünsenize. Bu Kansas neresi? Atlası açtım önüme. Amerika'yı buldum. Oradan Kansas'ın, memleketin az çok ortalarında bir eyalet olduğunu anladım. Üniversitenin bulunduğu kentin adı da Lawrence. Özet olarak… Kalktım gittim oraya! Kayıt için okula gittiğim gün koridorda bir genç kadına kayıt bürosunu sordum. O da bana nereden geldiğimi sordu. Türkiye deyince ‘Aaaa Mehmet'in memleketi’ dedi. Tabii ben, herhalde Mehmet diye Türk bir tanıdığı ya da sevgilisi var sandım. ‘Yukarıda’ dedi. ‘ofisi var; asistanlık yapıyor bölümde’ dedi ve ondan sonra olanlar oldu işte. Bu arada, ben 7 yılda 1 defa Türkiye'ye geldim. Parasal olanaklarım yok ve hatta komik mi acıklı mı bilmiyorum ama ailemle sadece 3 defa telefonla konuştum. Her hafta ben onlara, onlar bana mektup yazdık. Mehmet bana çok büyük yol göstericiliği yaptı ve aynı üniversitede doktora programını bitirdik. Tabii o önce bitirdi. Sonra bir süre beni bekledi. İyi bir üniversitede iş buldu ve oraya gittik birlikte. Mehmet Rüştü Gürkaynak ile hikayemiz böyle başladı işte. 1972 yılında Amerika'da evlendik. 1975'te büyük oğlumuz doğdu ve o 6 aylıkken memlekete döndük. İkinci oğlumuz da 1976 doğumlu.

ÇOCUK YETİŞTİRMEK…

2 oğlunuz var ve onlar da uluslararası alanda kendilerini kanıtlamış kişiler. Bu kadar yoğun bir kariyer yolunda çocuklarınızı nasıl yetiştirebildiniz? Öncelikleriniz, kurallarınız var mıydı onlarla ilgili?

Biz çocuklarımızı birlikte büyüttük. Bunu önemsiyorum. Çünkü Amerika'da 6 ay boyunca yalnız başımıza çocuk yetiştirmek durumundaydık. Gece mesela notlar alırdık, şu kadar sıklıkta kalktı, neden acaba falan diye. Bilim insanı çocuk yetiştirmesi işte… İkimiz de çocuk yetişmekle ilgili aynı şeyleri düşünüyormuşuz aslında. Bunu da o süreçte anladık. Biz çocuklarımıza yaşlarına uygun bağımsızlıklar verdik. Mesela Gönenç'in çok yakın arkadaşı bizden 2 sokak ötede oturuyor, bize gelecek, ders çalışacaklar ya da eğlenecekler. Ortaokul yaşlarındalar. Gönenç gider, o arkadaşını evden alır, bize getirir ve sonra yine evine bırakırdı. Çünkü arkadaşının annesi oğlunun bize yalnız başına yürüyerek gelmesine izin vermezdi. Mesela o çocuk için ben üzülüyordum. Akranı onu alıyor, bırakıyor. Bu acı bir şey onun için. Biz ise, belli sınırlar içinde olmak kaydıyla, hep ‘yapabilirsin’ dedik çocuklarımıza.

Bir örnek daha geldi aklıma. Yeni taşındığımız bir evde, uzakça bir yürüme mesafesindeydi Refet'in okulu. Orta birinci sınıftaydı. İlk sabah bir kalktık, her yer kar, servis gelemez, biz araba ile götüremeyiz. Aldım elime bir kağıt, yanıma oturttum Refet'i de. Çizmeye başladım krokiyi. Anlattım şu sokak şöyle, böyle. ‘Kendin gider misin?’ dedim. ‘Giderim’ dedi. O güveni veren bir çocuktu Refet. ‘Hadi o zaman giyin, git’ dedim ve krokiyi eline alıp gitti. Biraz sonra Mehmet kalktı. ‘Refet bu havada okula nasıl gidecek?’ dedi. ‘Refet gitti bile’ dedim. Ellerini kafasına koyarak ‘Nasıl yani, bıraktın mı çocuğu! Kendi başına nasıl gidecek?’ dedi. ‘Kroki çizdim, anladığını söyledi’ dedim. Fakat sonra Mehmet beni o kadar telaşlandırdı ki, kalktım okula gittim. Çaktırmadan pencereden baktım. Sınıfta oturuyordu. Bunu, büyüyene dek bilmedi Refet!

Güzel bir destek sistemimiz vardı. Annem ve babam çok yardımcı oldular. Anaokuluna gittikleri zamana kadar çocukları her sabah annemlere bıraktık, akşam aldık. Çok soğuklarda annem ‘Siz çocukları bu havada çıkartmayın, üşümesinler. Ben geleyim’ derdi ve gelirdi. Biz gelince de yemek bile yemeden gitmeye kalkardı. Zorla oturtur, babamı da çağırır, akşam yemeğini birlikte yerdik. Zaten annem, ‘Nasılsa buradaydım. Bir yemek yapıverdim size’ demiş olurdu. Dolayısıyla onların varlığı çok büyük bir destekti gerçekten. İyi insanlardı ikisi de. Hatta Mehmet bir gün; ‘İnsan-ı kamil diye bir şey varsa gerçekten, o senin babandır işte’ dedi. Yani bu küçük toplulukla büyüttük çocuklarımızı. Sadece bizim çabalarımızla yetişmediler.

“KADINLARA UYGUN MESLEK NE DEMEK?”

Peki eğitimlerine hiç müdahale ettiniz mi? Yollarını açtınız mı?

Temel kurallarımız vardı. Ödevleriniz, sınavlarınız ve okulunuz, sizin işiniz. Bizden yardım bekleyemezsiniz. Güzel bir hikayem var bu konuyla ilgili. Gönenç bir gün okuldan geldi. İngilizce ödevi varmış. Konusu nedir, diye konuşurken kadınlara uygun meslekleri İngilizce defterine yazacağını söyledi. Benim kulaklar dikildi. ‘Sen’ dedim, ‘Git hazırlan, getir defterini. Ben söyleyeyim sen yaz.’ Çocuk bir babasına bir bana baktı. ‘Şaka mı bu?’ dedi. Çünkü asla yapmadığımız bir şey. Yukarıda söylediğim kurala aykırı! ‘Çok canım istedi. Yardım edeceğim sana’ dedim. Mehmet yavaşça, ‘çocuğun başını belaya sokacaksın’ dedi. Girerse, önemli bir nedenle girmiş olacak başı belaya. Kadınlara uygun meslek de ne demek?

Yazdırdım. En başta petrol mühendisliği var! Hangi mesleğe itiraz ettiyse, hayatımızdan, kadın arkadaşlarımızdan örnek verdim. Dahası, diyelim doktor yazdırıyorum ama uzmanlık alanına çocuk doktoru ya da kadın doğumcu yazdırmıyorum. Cerrah gibi örneklerle yürüyorum. ‘Kadın mesleği’ diye bilinen ne varsa, listede yok. Ertesi gün sabah, ‘Öğretmen okutmak isterse mutlaka elini kaldır ve oku’ diye tembih ettim. Çünkü bu konu benim için çok önemli. Akşam oldu, geldi okuldan. Hemen sordum, ‘Okudun mu?’ diye. ‘Okudum’ dedi. ‘Öğretmenin ne dedi?’ diye sordum. ‘Sizin evin telefon numarası ne?’ dedi. Akşam öğretmeni aradı. Genç bir kadın. ‘Bana ders verdiniz’ dedi. ‘Estağfurullah’ dedim, ‘Ben kendi çocuğuma ders vermek istedim. Verdiğiniz ödevi bildiği gibi yapmasından doğacak sonuçları ben kabul edemem’ dedim. Ben kendi çocuğumla uğraşıyordum, öğretmeniyle değil.

Aslında, sanırım, ilkelerimizden birisi de sorumluluk idi. Yaptığın şeyin sonuçlarının sorumluluğu sana ait. Kendine güven duyan ve güven duyulacak insanlar olmalarına çalıştık. Hamurları da iyiymiş. Sadece kendimize pay çıkarmak doğru değil. Çevremizde çocuklarını iyi yetiştirmek için bizim gibi çalışan onlarca arkadaşımız oldu. Kimi başarılı oldu kimi olamadı ama çabalarını gördük biz.

“SAÇINI SÜPÜRGE EDEN ANNELERDEN OLMAYIN”

Peki İpek hanım, bugün bizler çok kaos dolu bir ortamda çocuk yetiştiriyoruz. Kaygılarımız çok büyük boyutta. Çocuğa güvenden önce, başkalarına güven, en büyük problemimiz. Çok yönlendirmeye çalışıyoruz, müdahale ediyoruz. 2022 yılında her şeyimiz varken neden hiçbir şeyimiz yokmuş gibi davranıyoruz? Ne olacak bu böyle?

Evet. Sizden farklı bir dönemde, daha az kaygılı zamanlarda yetiştirdik biz çocuklarımızı. Size tavsiye istediğiniz için söyleyeyim. Saçını süpürge eden, fedakar annelerden olmayın. Çünkü böyle olduğunda çocuğa negatif yükleniyor. Söylenmeyen laflar var orada. ‘Senin yüzünden ben...’ Suçlayan ve söylenen, sürekli nasihat eden, sürekli doğruyu göstermeye çalışan olmamak lazım. Belki de, çok zor olmayan ama işe yarayacak yöntemleri saptamaları gerekiyor bugünün anne babaları. Torunlarımda görüyorum. Zor olan şeyleri denemeleri için teşvik ediliyorlar. Koruma kalkanı altına almıyor ana babaları. ‘Dene’ diyorlar.

O zaman onlar da yetiştirildikleri gibi yetiştiriyorlar?

Olabilir ama belki bizim yaptığımız ve onlara iyi gelmeyen şeyler vardır. Onlardan uzak duruyorlardır belki. Bunu hiç sormadım. Hatta merak ettim şimdi. Sorayım görünce!

BİR AİLE GELENEĞİ: MRG

Sizin ailenizde marka diyebileceğimiz bir sıralama var. MRG… Mehmet Rüştü Gürkaynak, Refet Gürkaynak, Gönenç Gürkaynak. Torunlarınız Mehmet ve İpek. Bu özel bir dizilim mi? Özellikle mi bu şekilde gidiyor?

Evet, diyebilirim. Eşimin dedesinden bu yana bir zincir aslında. Başka isimler de düşündük ama sonra benim de çok sevip istememle böyle karar verdik. Ve çocuklarımız da isimlerinden memnunlar. Kayınpederim ve kayınvalidem çok sevdiğim, çok hoş insanlardı. İlk oğlumuzun kayınpederimin adını taşıması çok güzel. Bir aile geleneğinin devam ediyor olması da ayrı güzel. Oğullarımızın ve gelinlerimizin de bu geleneğe saygı duyması ve devam ettirmesi çok mutluluk verici.

MRG'nin açılımı nedir?

Mehmet Rüştü Gürkaynak'tIr. Bu ad, hem bu ahşap binayı, yani konağı yaptıran, hem de sonrasında hayatta kalması için binbir maddi ve manevi emekle, taş taş üstüne elleriyle koyan kişileri -yani sırasıyla, eşimin dedesini ve eşimi simgeler. Oğullarımız, bu düşüncelerle koydular buraya bu adı.

SOKAĞIN ADI YANLIŞ YAZILMIŞ

Biga'daki Rafet Gürkaynak Caddesi'nin isminde bir hata mı var? Yani bu şekilde bakınca Refet olmalı sanki.

Evet. Orada sokağı yenileme çalışması yapılırken sokağın isminin yazılı olduğu tabela düşmüştü. Biz de Biga Belediyesi’ne bir dilekçe verdik. Düşenin yerine yeni tabela takılacakken, ismin, doğrusu yani Refet olarak yazılması konusunda. Nazik bir yanıt aldık. Biga'da Belediye Başkanlığı yapmış olan kayınpederimin adı nüfus kütüğünde Rafet yazıyormuş meğerse. Anlaşılıyor ki nüfus memuru yanlış yazmış. Zira kayınpederimin adı Rafet değil Refet'ti. Oğlumuzun adı da öyle.

BİR DEVRİN SONU…

MRG otel kapanıyor mu?

Bu sorunuzun kısa yanıtı, evet. Biraz daha uzun yanıtlamak isterim ama. Biz burada hem aile evimizi yani konağı koruyup kollamayı, hem de diğer binaları ekleyerek, konaklamalı bir eğitim merkezi kurmayı amaçladık. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, metropole uzak ve görece ufak kasabalarda, kendi içinde çok güzel kotarılmış mekanlar yaratılarak bunların eğitim merkezi olarak kullanımı sözkonusudur. Biz de Bigamız’da böyle bir mekan yaratmak, bir yandan da ÇOMÜ’nün ve İİBF’nin öğrencilerine –o dönemde, üniversite öğrencilerinin kullanabileceği bu tür mekanlar bulunmaması nedeniyle- katkı yapmak istedik. Hem Gürkaynak Yurttaşlık Enstitüsü ve çeşitli eğitim projelerine dahil olduğumuz başka STKlar ya da kurum ve kuruluşlar kapsamında eşimin ve benim verdiğimiz eğitimler, hem AÇEV gibi, Çağdaş Drama Derneği gibi STK’ların hem de bazı uluslararası STK’ların bazen yıl arkasına yıl bu mekanda süren eğitimleri oldu. MRG, özenilmiş binaları, eğitim ve eğlence için düşünülmüş çeşitli mekanları, restoranı, konaklama birimleri ve bahçesi ile bana kalırsa eksiksiz bir yer olarak yıllarca –eğitim olmayan zamanlarda otel görevini de yerine getirerek- çalıştı. Misyonunu tamamladı. Mehmet’in ve benim gençleşmediğimiz de göz önüne alınırsa, bu, zamanında alınmış bir karardır diye düşünüyorum.

Şu anda aktif olarak siz ve eşiniz bir şeyler yapıyor musunuz?

Çok uzun yıllar, hem de çok aktif olarak eğitim yaşamının içinde yer aldık, Mehmet de ben de. Her birimiz, yüzlerce öğrenci yetiştirdiğimiz üniversitelerimizden emekli olduktan sonra da, hem STK’larda hem başka kurum ve kuruluşlarda eğitimin içinde olduk. Hele Mehmet, müthiş bir hoca olarak haklı bir ün sahibidir. Öğrencileri, onyıllar sonra bile, Gürkaynak hocanın yaşamlarına nasıl dokunduğunu anlatırlar. Şimdi artık, okuyoruz. Okuduklarımızı tartışıyoruz. Mehmet, yönetim kurullarının ya da kurucusu olduğu vakıfların toplantılarına katılıyor. Bunların dışında, dostlarımız ve evlatlarımızla torunlarımız hayatımızı dolduruyor.

“BU GÜNLER DE GEÇER”

Son olarak Türkiye'nin şu anki durumu genel olarak siyasi, toplumsal, ekonomik, hepsi… Bunu size sosyal psikolog olarak soruyorum. Biz ne durumdayız? Geçer mi bu günler?

Geçer. Geçer ama nasıl geçer! Şimdi psikolog falan olmayarak bir yurttaş olarak söyleyeyim ki, beni çok mutsuz eden bir yerde ülkemiz. Ama, geçer evet. Bunu yüzlerce öğrenci yetiştirmiş birisi olarak söylüyorum. Zoru yenecek kuşaklar bugün de var. Onların ve hepimizin elvermesiyle geçer.

HAZIRLAYAN: Çiğdem Özden Demiray / FOTOĞRAFLAR: Noyan Atilla Demiray