KÜLTÜR SANAT

Sanatkar reflekslerini zanaatkar olarak hayata geçiren ustaların ustası: Sebahattin Dinç

Tabelacılık mesleğini bilen ya da yolu tabelacıya yolu düşmüş herkes biliyor Sebehattin Dinç’i.

Günümüzde Biga’da bulunan tabelacıların neredeyse hepsi ilk bu mesleğe Dinç Reklam’da başlamıştır. Ben de uzun yıllar reklamcılık yaptığım için zaman zaman kendisiyle belli işler sebebiyle bir araya gelirdik. Başlarda çekinirdim kendisinden ama sonraları alıştım. ‘Reklamcılıkla tabelacılık aynı şey değildir’ derim ben her zaman. Tabelacılığın endüstriyel bir yönü var. Reklamcılık ise farklı bakış açısı ve farklı yetenekler gerektiriyor. Sebehattin Dinç ile de bunu konuştuk. Sohbet ederken berber camlarında fırça ile yazılan o eski yazılar geldi hep aklıma. Bugün tabelacılığa baktığınızda her şey makine ile yapılıyor gibi görünse de bu röportajda bunun bugün de 50 yıl önce de böyle olmadığını anlayacaksınız. Usta eli ya da usta kararı mutlaka şart tabelada. Sadece tabelacı değil aynı zamanda demirci, elektrikçi, kaynakçı, boyacı ve tasarımcı olmanız gerekiyor. O zaman birlikte okuyalım, bir fırça ve boya ile başlayan Sebehattin Dinç’in ustalık hikayesini.

“MAÇLARIN DUYURULARINI YAPMAK İÇİN…”

Kaç doğumlusunuz?

1955 doğumluyum.

Kaç yıldır tabelacılık yapıyorsunuz?

İlk kendi işyerimi 1976’da açtım.

Bu mesleğe nasıl başladınız?

Ortaokul zamanlarımda derste kitapların ya da defterlerin boş yerlerine değişik şekillerde yazılar yazar (film afişleri falan), o yazıları süsler ve bir konsepte dönüştürürdüm. Sonra arkadaşlarım hatıra defterlerine falan o şekilde güzel yazılar yazdırmaya başladı bana. Yani fark etmişler demek ki. O zamanlar Ayfer Sucuka abimiz vardı. Farklı mahallelerden çocukları toplayıp takım kuruyordu. Ben de orada junior futbol kulübünde futbol oynuyordum. Sonra Ayfer abi bizi 3 gruba ayırdı. Renk grupları oluşturdu ve biz kendi aramızda maç yapıyorduk. Maçların duyurularını yapmak için kasabanın belli yerlerindeki yerlere kartonlara yazılar yazılıyordu. Afiş gibi yani. Onları bana yazdırırlardı. Ben de yazardım, süslerdim, özenirdim. Spor kulübünün lokalinde duvarlarda da Bigalılık ruhunu yansıtan sloganlarımız, yazılarımız falan vardı. Onları da bana yazdırmışlardı. Sonra Biga Belediyesi’nde muhasip Orhan Sümer vardı. O da Sporla ilgilenmiş birisiydi, tanışırdık. Bir gün Orhan Sümer bana; ‘Sebehattin belediyenin yazıları var. onları sen yapabilir misin?’ dedi.

“BELEDİYENİ İŞLERİNİ YAPMAMI İSTEDİLER”

Nasıl yazılar onlar?

Patiska kumaşın üzerine bayram kutlamaları gibi yazılar yazılacak boya ile, öyle işler.  O zaman lise son öğrencisiyim. ‘Yaparım ama benim yerim yok bu afişleri yapacak’ dedim. Sonra belediyede meclis salonunu ayarladılar bana. Büyük bir salon vardı L şeklinde. Eski belediye binasından bahsediyorum. Şu anda kapalı çarşının üst katındaki yerden.

“BELEDİYEDEN KAZANDIĞIM PARAYLA…”

Kalıp falan kullanıyor muydunuz?

Önce beyaz sabunla çiziyordum yazacağım yazıyı kabaca, sonra boyuyordum. Altına masalara boya bulaşmasın diye gazeteler koydum. Ama o ara ben 15 gün falan okulu astım. Benim lise o yüzden zor bitti. Okula gitmedim ama öyle güzel bir para kazandım ki, o zaman Mehmet Sokullu’dan ceket, Karaca kazak, Altınyıldız pantolon falan aldım ve kendi paramla almış olmak çok güzel bir duyguydu. O zamanlar o markaları ancak kasabanın önde gelenleri giyerdi.

Babanız ne iş yapıyordu?

Babam inşaat ustasıydı.

GÜZEL SANATLAR’DAN TABELACIYA…

Lise bitti mi?

Bitti, evet. Sonra üniversite sınavlarına girdim. Cemil abi vardı, Tabelacı Cemil Sepici. İmzası da yani dükkan ismi de ‘Orijinal’di. Onun yanında ressam Nebi Yavaşça çalışırdı arada. Ben de orada çalıştım, gittim, geldim daha doğrusu bir süre. Niyetim Güzel Sanatlar’a ya da Resim bölümüne girmekti. Ama puanım yeterli olmadı. Sonra İstanbul’a gittim. Unkapanı’nda bir gece kursu vardı. Amcam da oradaydı. Gündüz zamanım var ama İstanbul büyük yer, hemen bir yere güvenemiyorsun. Zeytinburnu'ndan gidiyordum kursa. Bir gün yine giderken bir dükkanda gördüm, tabelacıda yani. ‘Çırak aranıyor’ yazıyor camda. Ama utanıyorum da aynı zamanda içeri girmeye. Sonra karar verdim, girdim içeri. Anlattım, ‘Öğrenciyim, Çanakkale'den geldim’ diye. O bana bir fırça ve teneke verdi. Üzerine ‘O’ harfi çiz ve boya dedi. Yaptım dediğini. Bekle patron gelsin dedi. Sonra geldi patronlar, anlattı beni, yaptığım örneği beğendiler. Orada başladım ama Biga gibi değil, çok farklı teknikler kullanıyorlar. Biz Biga'da samur fırçayla yapıyorduk yaptığımız şeyleri. Bir de ebatlar küçüktü. Bu dükkanda her şey kocaman, yapılan işlerin ölçüleri devasa. Atatürk Hava Limanı’nın dış hatlarındaki işleri falan yapıyorlar. Pepsi Cola’nın işlerini yapıyorlar. Ben yanlarında ağır kaldım. Çok hızlı olmak lazım. Hızlı değildim ama boyaya ve fırçaya hakim olduğum için hızlı adapte oldum. Büyük zemin boyamayı falan orada kalfadan öğrendim. Sonra bir gün beni çağırdılar yanlarına, ‘Bundan sonra sen tabela boyamayacaksın, yazı yazma işlerine bakacaksın’ dediler ama ben anlamadım. İyi mi kötü mü diye. Meğerse iyiymişim. Sonra beni yalnız araçların arkasına yazı yazmaya göndermeye başladılar. Mesela Pepsi aracı boyanıp çıkıyor fabrikadan, ben gidip arkasına markayı boyuyordum. Eskiden ışıklı tabelalar yoktu. Saçın üzerine boyayla yapılıyordu tabelalar. Bir merdivenle taksiye binip tek başımıza gider, boyar, yazar gelirdik tabelayı.

Hangi yıllar bunlar?

1976 yılları. O zamanlar.

Ne kadar çalıştınız o tabelacıda?

8 ay kadar çalıştım.

“BİRİNCİ LİG TAKIMLARININ TABELASINI YAPTIK”

Sonra neler yaptınız?

O sürede Resim öğretmeni aynı zamanda ressam Salim Yavaşça, İstanbul'da üniversitede okuyordu. Benim liseden sınıf arkadaşımdı ve yakında arkadaşımdı kendisi. Salim Yavasça'nın çok değerli bir hocası vardı; Süleyman Saim Tekcan. Uzmanlık alanı baskılı grafik sanatlarıydı. Süleyman hocanın bir seramik bir de tabela atölyesi vardı. Salim beni çağırdı, gittik, tanıştık. ‘Sonra bir iş var’ dediler. Başladım çalışmaya orada. İşte şöyle birinci ligde oynayan takımların sahalarında 1 metreye 8 metre tabelalar var, Salim yavaşça ile birlikte yapacağız. Ama Salim vazgeçti, ben tek kaldım. Benim için zor ama bir o kadar da önemli bir işti o proje. Bir sürü şehre gideceğim yalnız, işi tek başıma yapacağım. Bu büyük sorumluluk. Mesela Bolu'da bir gittim. Statta her yer kar. Elimde zarf, bölge müdürüne gidiyorum, izinlerimi alıyorum, sonra o tabelayı birkaç saatte bitirmem lazım. Bitirdiğimi ibraz edip başka şehirdeki tabelaya yetişeceğim. Mersin'de mesela tabela tepede bir yerde. Bir de günlerden cuma. Yani o gün o işin bitmesi lazım. Bana verilen yol ve barınma ücreti yetmez, kalamam bir de.  Tabelaya başladım, bir yağmur başladı mı, aman Allah'ım. Ben boyuyorum, yağmurdan boya aşağıya süzülüyor. Oturdum tribüne, aldım ellerimin arasına başımı, ağladım ağlayacağım, o haldeyim. Sonra yağmur dindi. Hemen boyayıp, bitirip, sıradaki şehre gittim. İşler bitti, raporumu verdim hocaya. Sonra sağ olsun Süleyman Hoca bana; ‘Madem yetenek sınavına girmek istiyorsun. Ben sana yardımcı olayım’ dedi. Ben de; ‘Ben bir memlekete gideyim. Bu konuyu aileme danışayım’ dedim. Biga’ya geldim. O yıl da ilk defa Çanakkale'de meslek yüksekokulları açıldı. Düşük puanla girilebiliyor. Ben de başvurdum ve kazandım.

Hangi bölümü kazandınız?

Gıda teknolojisi diye bir bölümü okudum. Sonra haber verdim İstanbul'daki hocama, ‘Burada devam edeceğim’ diye.

Üniversite sürecinde hiç bu işi yapmadınız mı?

Yaptım, Biga’ya geldikçe lazım olanlara yazıyordum yazı. Bigaspor'da da oynuyoruz yine o zamanlar. Bir gün Mehmet Pisirgen’in lokantasında kulüp olarak yemek yiyorduk, Çanakkale'den büyük bir reklamcı ‘Jocksan’ derler tabelacı vardı, lakabı öyleydi, o da oraya gelmiş yazı yazıyor. Orada bizi tanıştırdılar ama beni, ‘Çanakkale'de gel yanıma’ dedi. Hem de çok yetenekli birisiydi. Hatta onu izlerdim Biga'da o iş yaparken, ama içim pek ısınmadı gitmedim o yüzden.

ALMANYA SÜRECİ

Üniversite bitince ne oldu?

O zaman Bigaspor'un başkanı orman işletme müdürüydü. Biga'dan bir kaç arkadaş bizi işe aldı. Ben muhasebeye bakıyordum, diğer arkadaşlar da başka görevlerdeydi. Bir de o arada kendime küçük bir yer açtım. Orman İşletme’den kalan zamanlarda ufak tefek işler yapıyordum. Salim Yavasça da Biga’ya geldikçe yanıma geliyordu, birlikte bir şeyler yapıyorduk. Ben askere gidene kadar orada çalıştım. Okuduğumuz için yedek subaylık hakkı da kazandık. Sonra Isparta'ya askere gittim. Askerden gelince güzelce artık bir dükkan açtım. Yine orada da Salim Yavaşça ve abisi Nebi Yavaşça yanıma gelirdi. Resmiyette değil ama fikirde ortak gibi çalışırdık birlikte. Sonra ben 1983 yılında evlendim ve Almanya'ya gittim. Dükkanı kapatmadım ama giderken orada kalıp çalışacağım falan belli değildi. Zaten çalışmak için belli bir süre orada yaşamak gerekiyordu. O dönemde şartlar sebebiyle çalışamadım Almanya'da. Bir de Almanya hükümeti dönüşü özendirici şartlar sunuyordu. O şekilde döndük Biga’ya.

Yine fırçaya devam yani?

Yook… Plotter dediğimiz çağın aleti çıktı o ara. Folyo kesme makinesi yani. Harfleri falan bilgisayar programının komutuyla istediğin gibi kesiyorsun onunla. 60 cm'lik plotter aldım İstanbul'dan. Boyadan folyoya geçtik böylece.

“MESLEKİ ANLAMDA VİZYON KAZANDIRDI BANA”

Almanya'da araştırma fırsatınız oldu mu tabela mesleği ile ilgili sistemleri?

Tabi olmaz mı… Gezerek bakıyordum zaten. Bir gün gelişmiş bir fotoğrafçıda bir alet gördüm. Bir objektif var, içine fotoğrafı ters koyuyorsun, o fotoğrafı duvara yansıtıyor. Projeksiyon gibi yani. Ben tabi gördüğüm gibi, ‘bana lazım olan işte bu’ dedim. Bu makineyi alırsam, istediğim fotoğrafı yansıtır, çizerim. Aldım o aleti, çok işimi gördü. İşlerime hız ve çeşitlilik  kazandırdı. Daha sonra Salim ve Nebi Yavasça da aynı şeyi kullanarak ünlülerin portlerini rahatla çizdiler. Almanya mesleki anlamda vizyon kazandırdı bana da.

“BEN ONLARA TORUN DİYORUM”

Kaç kişi çalıştı yanınızda saydınız mı hiç?

Yok saymadım valla, ama baya çalışanımız oldu. Çoğunun dükkanı var artık. Benden ayrılıp dükkan açanların yetiştirdikleri var hatta. Ben onlara torunlar diyorum.

‘Kadınlar bu işi yapamaz’ diyorlar. Sizde çalışan kadınlar oldu mu?

Oldu tabi. Çok başarılı kadınlar da oldu. Uzun zamanlar 2-3 yıl kadar çalışan kadınlar oldu. Evlenince farklı şehirlere taşındılar. Orada yine aynı sektörde devam eden kadın çalışanlarımız da oldu. Bana birisi; ‘Abi ben sende çalışmayı öğrendim’ demişti. Yoğun tabi işler. Kadın çalışan da erkek çalışan gibi elinden ne gelirse her şeyi yapıyorlardı.

Bu anahtar işi ile tabelanın nasıl bir ilgisi var? Biga’da böyle tabelacılar anahtarcılık hatta çilingirlik de yapıyorlar. Bu adeti siz mi başlattınız?

Burası olsa iyi. Gelibolu'daki reklamcılara bile sıçradı. Almanya'ya gittiğimde büyük marketlerin kasalarının yan tarafında ayakkabı tamir yeri, anahtar yapımı gibi birkaç yan dal daha var. Orada anahtar makinesi gördüm. Acaba dedim ben bunu alsam, dükkana koysam Biga’ya gidince, olur mu? Makineyi aldım, Türkiye'ye getirdim. Olmazsa satarım dedim. Oldu valla. Ama artık günümüzde anahtarlar elektronik. Sonuçta birinci mesleğimiz anahtarcılık değil. O alanda güncellemedim kendimi. Eski yöntemlerle yapabildiğimizi yapıyoruz.

Reklamcılık ve tabelacılık aynı şey mi?

Hayır normalde aynı şeyler değil. Ama günümüzde her şey birbirine karıştı. Eskiden yapanlar vardı. Tabelacıların bazıları kartvizit, el ilanı ne alaka derdim. Zamanla bizim de mecbur olarak yaptıklarımız oldu ama olmamalı.

“ECZACILARIN TABELACILIK YAPTIĞINI GÖRDÜM”

Günümüzde reklamcılık da tabelacılık da bilgisayar ve başka aletlerle ya da başka yeteneklerle meslek olarak yapılıyor. Fakat güzel sanatlar fakülteleri hala grafik tasarım öğrencilerini seçerken elle resim çizdirerek değerlendiriyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Okulların kalıplaşmış kuralları var, bazıları doğru, bazıları değil ama bu kuralların bazılarını ben doğru buluyorum. İstedikleri her şeye ben hakim değilim ama. Bugün artık makineyle yapıyoruz birçok şeyi ama o samur fırçanın yerini bir şey tutamaz benim için. Günümüzde tabi ki mesleki anlamda istenen özellikler çok farklılık gösterdi. Tabelacılık mesleği öyle eskiden de vardı. Eczacıların tabelacılık yaptığını gördüm başka şehirde. Bu işi iyi yapan ustaları topluyor. O da patron oluyor, şirket kuruyor yani. E iyi paralar kazanıyorlar. İstanbul'da benim ilk çalıştığım diye bahsettiğim yerde mesela patronlarımdan birisi kayak hocasıydı. Bu işlerde patron olmak için yetenek şart değildi, çalışan olmak için yetenek şarttı. Eskiden ünlü firmalar İstanbul'da ressamlarla da çalışıyorlardı. Mesela büyük duvarlara çıkmak için şimdiki gibi vinç falan yok. Takıcılar vardı. Duvara tırmanır işi takar inerdi. Bizler hem iş yeri sahibi hem usta olduğumuz için daha duygusal bakıyorduk mesleğe. Ama hala bugün de olsa yetenekli bir ustanın yaptığı tabelayı işi bilen anlar. Mimarlar ya da benzeri mesleği yapanlar anlar anlıyor mesela.

“ÇALIŞMA İSTEĞİ ÖNEMLİ”

Siz çalışan alırken yeteneklerine bakarak mı aldınız?

Küçük yerlerde bu işler rastlantı, tanıdık ya da tavsiye ile oluyor. Ama aralarında çok yetenekli olanlar vardı gerçekten. Ve yetenek daha dükkanı süpürürken bile belli oluyor. Birisi geliyor, o çalışırken arkadaşını getiriyor. Bizde böyle oldu. Uzun yıllar birlikte çalıştıklarımız oldu. Çalışma isteği de önemli. Ben kolay bir insan değilim. Hızlı çalışırım. Hızlı insan isterim ve istedim. Yetenekli, iyi niyetli, çalışkan elemanlarım oldu. Hala bu meslekten ekmeklerini kazanıyorlar. Tabi bunlar gurur verici. Demek ki ondaki ışığı fark etmişiz.

Tabelayı kim yaptı anlaşılır mı?

Herkesin bir tarzı var. Tarzını takip ederseniz bilirsiniz. Mesela İstanbul'da Tekin İş diye bir firma vardı. İstanbul'da çok iyi bir tabela varsa hemen bilirsiniz onun işi. Bence tabelada rönesanstır o firmanın işleri. Formları farklıydı. O da çok kaliteli ve dikkat çekici hale getiriyordu tabelayı. Oyma işine ilk ondan ilham aldım mesela. Büyük yerlerde insanlar birbirinin atölyesine girme şansı yakalıyor. Bizde öyle değil ama. Usta sorduğunuzda cevap vermese de o yaparken bakarsın tekniğine. Beni rahat bıraktıkları zaman çok güzel işler çıkarıyorduk. Kurtul Eczanesi’nin eski tabelasını mesela beni rahat bıraktılar o zaman müşterim. Oyma tekniğini orada denedim, mükemmel oldu ve hatta o işten sonra Çanakkale'den bile tebrik ve birçok iş aldım. Bir kere de hurdadan bir demir parça aldım. Çanakkale'de bir birahane açacaklar. Yaptık o tabelayı. Hurda parçayı da koyduk. Tasarım için aldık tabi hurdayı. Ama o hurda parçayı kullanarak tasarladığım tabela bana bir sürü tabela yapma şansı açtı. Ve biz hep bunları elimizle yaptık. İşimizi gören bizden izler görüyordu. Anlıyordu ve o zaman benzersiz işler ortaya çıkıyordu. Bizler de tabelaya bakınca zevk alıyorduk.

“TOP İÇERİ KAÇIYORDU…”

Şu anda eşiniz, bir de Emir var yanınızda. Emir ne zaman başladı burada?

Dükkanın önünde top oynuyorlardı güneş gidince. 8-9 yaşlarındaydı daha. Sonra içeriye topu kaçınca falan ben bağırıyorum ama içeriye girdikçe kızların bilgisayarlarına bakıyordu. O ne, bu ne burada diye soruyordu. Çalışanlar ona cevap veriyorlardı. Sonra 1 yıl sonra baktık Emir yaz aylarında gelmeye başladı bize. O zaman ona hediyeler alıyorduk. Birkaç sene sonra ailesini çağırdım, Emir'e bundan sonra haftalık vereceğim’ dedim. Bu günlere geldik Emir'le de. Üniversiteyi okudu, fakülteyi bitirdi geldi, hala birlikteyiz. Belki o devam ettirir Dinç Reklam'ı.

Kaç yaşına kadar çalışırsınız? Var mı bir öngörünüz?

70 yaşına kadar çalışırım diye düşünüyorum. Fiziki hareket isteyen bir meslek. Daha fazla yapamam diye düşünüyorum.

Son olarak sanatçı olabilirdiniz, belki de sonuçta resim alanında yetenekli olduğunuz için buralara kadar gelmişsiniz?

Belki olabilirdim ama ben de yeteneklerimi zanaatkar olarak göstermeyi tercih ettim. Ama beni tercih edenler sayesinde daha da çok kendimi gösterme fırsatım oldu. Biga'da büyük firmalarla güzel işler yaptık. Tercih etmeleri beni daha da heyecanlandırdı her zaman. Çalıştık, çalışıyoruz ama burada bizi tercih edenlerin de hakkını yememek lazım.

(Röportaj: Çiğdem Özden Demiray)