Dinledikçe beni özgürleştiren müzikler, baktıkça tutunduğum manzaralar, sahneden elime uzanan şarkıcılar, hep yarım bıraktığım kitaplar, tanıştığımda ve konuştuğumda bana ilham veren insanlar var. Bazı notalar ve bazı insanlar sadece denizleri, adaları, aşkları, sokakları ve özgür zamanları anlatırlar. Özgür zamanları başlatırlar.
Ben bir denizim kendi varlığı içinde taşan, Uçsuz bucaksız, alabildiğine geniş, kıyısız, hür bir deniz…
Nadir Göktürk’ün müziğiyle harmanlanan Mevlana sözleri. Klavye sesiyle dinginleşen his.
Deniz kıyısı sevinçleri. Şarabi bağlar ve bindiğimiz vapurlardaki, sevdiğimiz şehirlerdeki ve gezdiğimiz adalardaki müzikler. İçinde sokaklar, sabahlar, adalar ve hayat olan müzikler.
Meydanlarda bağırsam, sokak başlarında sazımı çalsam…
Sokak başları adadaki çok şeyin başlangıcıdır. Üstada ilk kez 2024 yazında rastladım.
Adada, bir sokağın başında evi vardı. Yürüyordum, oturuyordu. Bakışarak selamlaşmıştık.
Geçip gitmiştim yanından. Adada kaldığım birkaç gün içinde de tekrar rastlayamamıştım.
Oysa hep adadaydı ve çok tanıdıktı; yıllarca adaların, sokakların, deryaların ve sevdaların şarkılarını yazmıştı; klavyesiyle ne çok şarkılar çalmıştı. Ezginin Günlüğü aşkıyla bu dünyaya iyi duygular ve dünyayı kurtaracak masallar katmıştı.
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak değil sevişme vakti olduğunu…
O yaz Mendirek’le de tanıştım, bir derginin adadaki varlığını kokladım, derginin bir sayfasında Nadir Göktürk’ün meyhane kokulu bir yazısına da rastladım. Arabın Yeri’ni yazmıştı. Kafama uymuştu yazdıkları. Değişen zamanların berbatlığına bir göndermeydi bu yazı. Belki adayla İstanbul arasında da böyle ironik bir bağ vardı. Çok şey değişmişti, değişmişti de bize de düşünüp düşünüp anıları yaşamak kalmıştı. Nadir Göktürk iyi şarkılar çalıyor ve iyi yazılar yazıyordu. Adadaydı ve onunla mutlaka tanışacaktım.
2025 yazında yine adadaydım. Bir öğle sonrasında evinin sokağında yine Nadir Göktürk’ü gördüm. Sokağın başında ayaktaydı. Uzun sakalı ve özgün duruşuyla oradaydı. Ezginin Günlüğü’nden bir adamdı. Ben de şanslı adamdım. Onunla oturacaktım ve bu anılarıma yazılacaktı. Üç beş adım atıp evinin önündeki masanın kenarlarına oturduk. Yirmi dakikalık sokak sohbetimiz adanın denizine ve anason kokularına çok yakın, Süslü Saksı Sokağı’na oldukça uzaktı. Biraz müzik, biraz da ada konuştuk. “Adada meyhane kalmadı…” dedi bir ara. Çanakkale’ye taşındığını da anlattı. Sonra fotoğraf çektirdik falan. Ne güzel anlardı.
Mekanlar ve dünya değişse de yolumuz aynıydı. Arabın Yeri, adalar, İstanbul ve dünya değişmeseydi her şey daha başka olacaktı. Salacak o eski Salacak değildi artık. Bizlere de “fotoğraflara bakıp iç geçirmek” kalmıştı. Nadir Göktürk öyle yazmıştı. İstanbul değişmiş, ada değişmiş, şarkılar anılara ve savrulan hayatlara yazılmıştı.
Bir gece vaktiydi
Aşk tuttu elimden beni
Geçtim düşler sokağından…Süslü Saksı Sokağı’ndan Düşler Sokağı’na varıp durdukça… Nadir Göktürk şarkıları hep duyulacak, Ezginin Günlüğü geleceğe ilham olacaktı. Müzik ve aşk dünyayı kurtarabilirdi ve bir gün kurtaracaktı…
Değişmeyen ne kaldıysa saygı duyacaktım.
Nadir Göktürk’e de tekrar rastlayacaktım.
Geniş zamanda yazılar yazacaktım.
Her yıl adaya gidecek ve bu şarkılarla kendimi özgür kılacaktım.
Dinleyecektim, yazacaktım ve martılara yoldaş olacaktım. Geçmişe vardıran gelecek kuramlarından, martılardan, fırınlardan ve ada kokularından yeni dünyalar kuracaktım. Ada için yanıma üç şey alacaktım. Deniz kenarı barında oturacaktım. Sonra yol alacaktım. Aşk olacaktım, şiir olacaktım, düş olacaktım. Başka şehirlerde asla bir yabancı olmayacaktım.
Sen zaten topal bir martı, sarhoş bir balık bende…
Sokağın başında duracaktım. Adada kalacaktım. Sessizliği duyacaktım. Leyla’nın müziği çalacak, ada vapuruna sabah ışıkları vuracak, hikayeler hep böyle başlayacaktı.
Gözlerinizi masal sandım, girdim dünyanıza,
Elim dilim aşktan yandım, değdim de kimyanıza…
Masallar ve aşklar hep seksenlerden başlayacak…
Nadir Göktürk plakları çalacak…
Aşıklar Polente’den bakacak…
Hikayeler ve vapurlar hep müziğe, hep müziğe varacaktı…