Her şeyden önce, cahil insanların hayatı algılayışlarında bir “dengesizlik, bozukluk, karmakarışıklık ve çelişkiler” olduğunu söyleyebilirim. Olayları doğru bir şekilde değerlendirmekte zorlanırlar. Ancak, zorlandıklarını belli etmek istemezler. Çok bilgiye sahip olmasalar bile “çok bilgiye sahiplermiş gibi” davranırlar.

Sürekli duyduğumuz bazı kelimeler ve cümleler vardır. Bunlar birçok insan tarafından “değişmez doğrularmış gibi” sürekli olarak dile getirilir. Üzerine düşünülmesi de pek gerekli görülmez. Çünkü, günlük hayatta bu düşüncelerin “çoğu kez” doğrulandığı görülür, düşünülür. Bu cümlelerden en çok karşımıza çıkan cümle  “Cehalet mutluluktur.” cümlesidir. Evet, bilgiye bu kadar kolay ulaştığımız böyle bir devirde cehalete övgüler yağdırıldığına şahit oluyoruz. Ancak, belki de neyi övdüğümüzün farkında bile değiliz! Belki de cehalet kavramını algılayışımızda, ona verdiğimiz anlamlarda yanlışlıklar vardır.

Cehalet kavramı gündeme geldiğinde pek çok insanın aklına benzer düşünceler gelir. Genelde “cahil insan” denildiğinde bilgisiz, okumamış, dünyadan haberi olmayan, bazı şeyleri algılamakta sorunlar yaşayan, belli başlı bazı tavırları sergileyen insanların kastedildiğini görüyoruz. İnsanlar “kendilerinin bilgi sahibi oldukları” bir konuda bilgisi olmayan insanlarla karşılaştıkları zaman hemen “Ne kadar da cahilsin.” cümlesini kurarlar. Gerçekten böyle midir acaba? Birilerinin bildiği şeyleri bilmeyen insanlar cahil midir? O zaman yeryüzünde cahil olmayan hiçbir insan yok desenize! Çünkü, yeryüzündeki hiçbir insan hiçbir zaman dünya üzerindeki bütün bilgilerden haberdar olamaz. Mutlaka bilmediği şeyler vardır. Bu durum dünyanın en zeki insanları için de geçerlidir. O zaman alimler ve cahiller arasında bir fark kalmazdı. Ancak mesele bu kadar basit değil.

Bütün sözlük anlamlarından ve toplumun genel kabullerinden sıyrılarak “cehalet” kavramının bir bilgiye sahip olmak ya da ondan mahrum olmaktan ziyade bir “tavır” meselesi olduğunu söylemek istiyorum. Evet, cehalet bir tavır meselesidir. Çok fazla ya da çok az şey biliyor olabilirsiniz. Sizin “cehalet seviyenizi belirleyen şey” olaylara, insanlara, düşüncelere karşı gösterdiğiniz tavırdır. Bir profesör, doktor, avukat, mühendis ya da temizlik görevlisi, garson, çiftçi olabilirsiniz. Hiç fark etmez. Cahil insan olmanız için önünüzde hiçbir engel yok! “Dünyanın altını üstüne getirecek kadar” güçlü olsanız ya da “güçlü olduğunuzu düşünseniz bile” cahil olabilirsiniz! Elbette hiç kimse bilerek ve isteyerek cahil olmak istemez. Şartlar onu buraya getirmiştir. Bu yazıda cahilleri aşağılama amacı gütmüyorum. Aksine, sayacağım davranışları az ya da çok hepimiz yapmışızdır, yapıyoruzdur ve maalesef yapmaya da devam edeceğizdir! Bu davranışları “az ya da çok yapıyor olmamıza bağlı olarak” cehalet seviyemiz artar ya da azalır. Cahil olarak nitelendirilebilmemiz için belli başlı özelliklere sahip olmamız yeterlidir.

Her şeyden önce, cahil insanların hayatı algılayışlarında bir “dengesizlik, bozukluk, karmakarışıklık ve çelişkiler” olduğunu söyleyebilirim. Olayları doğru bir şekilde değerlendirmekte zorlanırlar. Ancak, zorlandıklarını belli etmek istemezler. Çok bilgiye sahip olmasalar bile “çok bilgiye sahiplermiş gibi” davranırlar. Her konu hakkında yorum yapabilirler. Çünkü, bir şeyleri bilmemenin onları “aşağı bir konuma ittiğini” düşünürler. Ancak, diğer taraftan da farklı konular hakkında bilgiye sahip olmanın çok da gerekli olmadığını düşünürler. Farklı konular hakkında bilgiye sahip olmaya çalışan insanların “bu kadar çabalamalarını” anlamsız bulurlar. Kendilerinin bildikleri şeyleri başkaları bilemediğinde onların “bu bilgisizliği ile” rahatlıkla alay ederler, ancak başkalarının bildikleri şeyleri “kendileri bilmedikleri zaman” sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibi davranırlar ya da “bilgisizliklerinin altında ezildiklerini hissettiklerinde” karşı tarafa saldırarak onları çileden çıkarmaya çalışırlar. İşlerine yaramayan bilgileri bilmenin “aslında o kadar da önemli olmadığını” ispatlamak için çırpınırlar.  Çok bilgiye sahip insanlar başarısızlığa uğradıklarında ya da bilmedikleri bir şey olduğunda cahil insanlar büyük bir mutluluk duyarlar. Çaba gösteren ve göstermeyenin arasında “çok fark olmadığı” düşüncesine sımsıkı sarılırlar ve mutlulukları artar. Ancak, bu mutluluk “sahte bir mutluluk”tur. Bilinçsizliğin, algıda bozukluğun ve çelişkilerin ortasında yaşadığını kabul etmek istemeyen bir insanın “kendinden kaçmak için” yarattığı ve “başkalarının başarısızlıklarından ve mutsuzluklarından” beslenen “sahte bir mutluluk”tur. 

Bu insanlar genellikle “öz farkındalık”tan ve “empati yeteneği”nden yoksundurlar. Hem kendilerini hem de diğer insanları anlamakta sıkıntı çekerler. Pervasızca davranırlar. İnsanlar onların pervasızca davranışlarına karşılık verdiğinde de yine karşı tarafı suçlarlar. Empati yetenekleri yeterli olmadığı için karşı tarafta yaratacakları hayal kırıklıklarının, bilinmezliklerin, kafa karışıklıklarının, mutsuzlukların, değersizlik hislerinin sorumlusunun karşı taraf olduğunu düşünürler. Onların böyle hissetmelerinin sebebinin yine onlar olduğunu düşünürler. Çünkü, kendi davranışlarını denetlemekte, anlamlandırmakta, davranışlarına sınır çizmekte çok sıkıntı yaşarlar. Karşısındaki kişi onun davranışlarının kendisini kötü hissettirdiğini söylediğinde karşı tarafa olayları “büyüttüğünü”, “abarttığını”, “gereksiz alınganlık yaptığını”, “boş yere kuruntu yaptığını”, “bunlara takılmamaları gerektiğini” söylerler. Başkalarının düşüncelerini, kırmızı çizgilerini ve değerlerini kolaylıkla değersizleştirebilirler ve bu yaptıklarının farkına varmakta ya da farkına varsalar bile “sorumluluğun kendilerine ait olduğunu kabul etmekte” zorlanırlar. Bir hata yapmışlarsa bile “karşı taraf mutlaka onları kızdıracak bir şey yaptığı için” bu hatayı yaptıklarını söylerler. Gerçekleri kabul etmek ve kafalarında “kendilerinin kusursuz olduğu” imajına zarar vermek istemedikleri için mutlu olduklarını düşünürler. Çünkü, onlara göre bütün hataları karşı taraf yapmaktadır. Bu yüzden içlerini “sahte bir mutluluk” kaplar. Nasıl kaplamasın? İyi bir şey yaptığında “kendi becerikliliği”, kötü bir şey yaptığında ise bunun sebebinin “karşı tarafın hataları” olduğunu düşünen bir insanın etrafını “sahte de olsa” nasıl mutluluk kaplamasın!      

Evet, sürekli olarak haklı olduklarını düşünürler. Haklı olmasalar da haklıdırlar. Engel olamazsınız. Haklılıklarına zarar verecek küçücük bir şeye bile ciddi tepki gösterirler. İstediğiniz kadar güzel sözlerle, kelimeleri seçerek ve düzgün bir ses tonuyla konuşun, nafile! Olaylara belli bir pencereden baktıkları için diğer insanların düşünceleri onlara saçma ve komik gelir. Kendileri her türlü saçmalığı yaparlar, ancak sizin yapmanıza ya da yaptıktan sonra sebeplerini onlara anlatmanıza izin vermezler; verseler bile sizi küçümseyerek konuşurlar. Çünkü, haksız olduğunu kabul etmenin, haksızlığınızın sebeplerini anlatmanın ve özür dilemenin “sizin değerinizi düşüren bir şey olduğunu” düşünürler. Sadece “kendileri gibi düşünen insanlarla” bir arada olmak isterler. Böylelikle kendilerini güvende hissederler. “Sahte mutluluk”larının arttığını düşünürler. Etraflarında kendilerine karşı gelmeyecek kimse olmayınca huzurlu hissederler. Çünkü, bir kişi ona bir konuda yanıldığını söylerse olayları hemen “kişiselleştirir”ler. Karşı tarafın kendisine saldırdığını düşünür, hemen karşılık vermek ve karşı tarafı “yerin dibine geçirmek” isterler. Bunu başardığı oranda “sahte mutluluğu”, “sahte huzuru” ve “gerçek cehaleti” artar! Sürekli haklı olma isteğiyle “zihinleri körleştiği için” etraflarında “gerçekten onların faydasına olacak” şeyleri söyleyenleri de göremezler, görmek istemezler ve kolaylıkla bir kenara iterler. Sonra da onlardan uzaklaşarak bir “kenara gittikleri için” yine kenara ittiklerini suçlarlar!

Hayata dar bir bakış açısından baktıkları için meseleleri hep aynı pencereden değerlendirirler. Hayatı kendi kalıplaşmış düşünce yapılarına göre sınıflandırırlar, sınıflandırmak zorunda hissederler. Toplumun geneline uymayı mantıklı görürler. Toplum tarafından dışlanmamak için büyük çaba harcarlar. Toplum neyin doğru olduğunu düşünürse onlar da o şeyin doğru olduğunu düşünürler, düşünmeseler bile düşünüyorlarmış gibi davranırlar! İnsanların farklı olması onlara anlamsız gelir. Farklılıklar onların “sahte mutluluk”larına hizmet ediyorsa çok da önemsemezler. Toplumun güvenli kollarına bırakırlar kendilerini. Toplumun genelinden farklı davranan insanları hemen  “öteki” ilan ederler. “Öteki”lerin sayısı arttıkça değil de “azaldıkça” onların da sahte mutlulukları artar. Farklı düşünenleri “sorun çıkaran insanlar” olarak görürler! Düşünme becerileri yetersiz olduğu için sürekli olarak neredeyse her konuda “genellemeler” yaparlar! Düşünce geliştirmeye zaman ayırmak istemezler. Toplumun gelenekleri, siyasilerin nutukları varken “kendilerine ait” düşünceler üretmeyi gereksiz görürler. “Birey olma” kavramından haberleri yoktur. Onların kafa yapısına göre bir insan ya “bizdendir” ya da “onlardan”dır!  “Biz”in güvenli kolları onları mutluluktan havalara uçurur. Farklı olan insanlar ne kadar başarısız olursa ne kadar toplum tarafından dışlanırsa onların “sahte mutluluğu”da o kadar artar! Evet, mutludurlar!

Adalet ve dürüstlük gibi kavramlarla da araları iyi değildir. Hem kendini hem de diğer insanları anlayamayan bir insanın “olayları hakkaniyetli bir şekilde değerlendirmesi” de beklenemez elbette! O, güce tapar! Güçsüzlük olduğunu düşündüğü şeyleri ve güçsüzlük olduğunu düşündüğü şeyleri yapan insanları hemen aşağılamaya, onlara hakaret etmeye ya da onları kendinden uzaklaştırmaya çalışır. Sürekli haklı olduklarını düşündükleri, düşünmek istedikleri için “hak etmedikleri şeylerin” ellerinden alınmasına da fena halde bozulurlar! Her şeye haklarının olduğunu düşünürler çünkü. Bu yüzden, dürüst de davranamazlar. Onlara göre dürüstlük, “haklı olma haklarının elinden alınmasına neden olacak” korkunç bir şeydir! Bu yüzden çok kolay yalan söylerler. Yalan söyledikleri ortaya çıktığında ve kendilerine hatırlatıldığında da karşı tarafın “kötü niyetli olduğunu, onlara haksızlık yaptığını ve iftira attığını” söylerler! Dün söylediklerini ertesi gün unuturlar, unutmuş gibi yaparlar, unutmuş gibi yapmak zorunda kalırlar, unutmuş gibi yapmak zorunda kaldıkça gerçekten unutmaya başlarlar ve kendilerine “yabancılaşır”lar! Kendilerine yabancılaştıkça mutluluklarının arttığını düşünürler. Çünkü, hiçbir şeyi kendilerine dert etmemeye, sorumluluk almamaya, “meseleleri mesele etmemeye” devam ettikçe kendilerini hafiflemiş hissederler. Bütün sorumlu ve sorunlu başkaları olunca, kendilerine toz kondurmayınca ve kondurulmasına izin vermedikçe “sahte mutluluk”ları artar! Mışıl mışıl uyurlar, hem de yattıkları gibi!

Bu tip insanların saygı ve sevgi anlayışları da çarpıktır. Sanki sadece başkaları onlara saygı duymak ve onları sevmek zorundalarmış gibi davranırlar! Kendileri her türlü saygısızlığı yapmakta, başkalarının beğenilerini ve fikirlerini küçümsemekte özgürlermiş gibi davranırlar. Ancak, diğer insanların kendilerine aynı şekilde davranmalarına müsaade etmezler. “Saygısızlıkları” affetmezler! Saygı anlayışları “başkalarının kendilerine itaat etmesi” düşüncesi üzerine kuruludur. Sevgi anlayışları da öyledir. Kendilerinin “kendi istedikleri şekilde, istedikleri zaman dilimlerinde, istedikleri kadar” sevmekte özgür olmalarını isterler! Karşı taraftan bunun dışındaki şartlarda bir sevgi talebi gelirse bu “talebi” hor görürler, aşağılarlar. Sanki başkaları onların sevgilerine muhtaçmış, onlar sevgi vermeden hayatta kalamazlarmış gibi hissettirirler karşı tarafa. Onların sevgisini “sürekli hak etmek zorundaymışsınız gibi” davranırlar. “Kafalarının tasını attırdığınız zaman” size sözlü, duygusal, psikolojik ve fiziksel şiddet gösterme hakları varmış gibi davranırlar. Bütün bunları yaptıktan sonra da “hiçbir şey olmamış gibi” devam etmek isterler; bu şekilde devam etmek istemediğinizi söylerseniz de sizi ya “kendi varlıklarından mahrum bırakmakla” tehdit ederler ya da her türlü şiddeti göstermeye devam ederler!

Evet, mutludurlar. “Cehaletin pençesindeki bir mutluluk”tur bu mutluluk! Görememenin, göremediğini görememenin, göremediğini görememenin kabul edilmemesinin, bütün sorumluluklardan kaçmanın, bütün suçları diğer insanlara atmanın, bilmedikçe ve öğrenmedikçe kafaya takacak şeylerin azalmasının getirdiği bir mutluluktur. Risk almamanın getirdiği mutluluktur bu mutluluk! Kendilerinin cesaret edemediği şeylere cesaret eden başka insanlar başarısızlığa uğradıklarında gelen bir mutluluktur bu mutluluk! “Farklı düşünenler” toplumdan dışlandıkça kendilerinin “normal olduklarının” daha da tescil edildiğini düşünmenin getirdiği mutluluktur bu mutluluk! Gerçekten adalet peşinde koşan insanlar başarısızlığa uğradıkça “aslında adaletin o kadar gerekli bir şey olmadığını düşünmeye başlamanın” getirdiği mutluktur bu mutluluk!

Bu “sahte mutluluk” gerçekleri kabul etmenin belli bir süre mutsuzluk getireceğini, ardından “gerçek mutluluğa” ulaşılacağını görmeye engel olur. Çünkü bu süreç emek gerektirir, sabır gerektirir. Reddetmek ve yok saymak kolaydır. “Kendini olduğu gibi görmek” çok zordur ve bunu başarmak bugünden yarına halledilebilecek bir mesele değildir.  Bunu yapabilenler; eleştirilere şiddetli tepki vermezler, yanlış yaptıklarını kabul etmekte zorlanmazlar, yalan söyleme gereği hissetmezler, önceki gün ne söylediklerini hatırlamak zorunda kalmazlar, herkesin onları sevmek zorunda olmadığını kabullenmekte zorlanmazlar, saygıyı itaat olarak algılamazlar, insanları ötekileştirmezler, her şeyi bilmek ya da “biliyormuş gibi” yapmak zorunda olmadıklarını kabul ederler, insanları sürekli olarak sınıflandırmazlar, şiddete başvurmazlar, olaylara “herkesin” penceresinden bakmayı başarabilirler, kendilerini eleştirenleri düşman olarak görmezler, insanları aşağılamazlar, kendi değerlerini “kendilerinden aldıkları için” diğer insanların onlar hakkında söylediklerine aldırış etmezler.

Toplumumuzda bu tip insanların olmasının temel sebebi kendimizi tanıyamamamızdır. Bunun en temel sebeplerinden birisi de korkmamızdır. Başka dünyaların, başka hayatların, bambaşka insanların olabileceğini kabul etmekten korkmamızdır. Korkularımızı yenmenin tek bir yolu vardır: “Okumak!” Bence “okumak” ile ilgili düşüncelerimizde de sıkıntılar var. Belki de bundandır kendimize, başkalarına ve dünyaya bu kadar yabancı kalışımız. Bu meseleyi ve “cehaletin sebeplerini” de sonraki yazıda konuşalım…