İki kişi arasında geçen bir tartışmada, taraflardan biri “Sen de herkes gibisin!” sözünü  söylediğinde karşısındaki insan ne düşünür, neler hisseder acaba? Dünyası başına mı yıkılır yoksa söylenen şeyi ciddiye almaz mı hiç ? Belki de karşısındaki kişiye ateş püskürür. Kişinin hayata bakış açısına göre değişir bu duruma vereceği tepki.

Verilen tepki ne olursa olsun, bana göre “Sen de herkes gibisin!” sözü kişinin “biricikliğine”, “onu o yapan özelliklerine” ve “hayatı kavrama biçimine” doğrudan bir saldırıdır. Tek bir cümle gerçekten bu kadar etkilidir. Bu sözün ne kadar etkili olduğunu  anlamak için sözün söylendiği anda bu söze maruz kalan kişinin yüzündeki ani değişimi, hayal kırıklığını ve bastırmaya çalıştığı gizli öfkesini görmeye çalışmak yeterlidir. Tepki göstermeyenler de diğer insanlardan farklı olmamayı “kendilerine dert etmeyen” ya da bu sözü söyleyen kişiyi çok da ciddiye almayan kişilerdir. “Herkes gibi olduğu” kendisine söylenen kişinin bütün hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçer belki de! “Kendisi olmak için” verdiği bütün o mücadeleler, aşmak zorunda olduğu engeller ve “engellemeler” gözünün önünden akıp gider! Tek bir söz, kişinin zihnini allak bullak edebilir, sözü duyduğu andan itibaren sözü duymadan önceki hayatında yaptığı seçimlerin hepsinin “temelinin sakat olduğu” ihtimalini zihnine sokabilir ve kişinin kendi gerçekliğinden şüphe duymasına sebep olabilir. Belki de bunlardan hiçbiri olmaz ve bu sözü duyan kişi bu duruma gülüp geçebilir, belki de bu sözü söyleyen kişiye “Bir çay daha içelim mi?” diye de sorabilir!

Bu sözün bu kadar da kırıcı olabileceğini düşünmeyenler, kendi zihinlerinde küçük ama acı verme ihtimali yüksek olan bir yolculuğa çıkabilirler. Ebeveynleri çocuk yetiştirme konusunda “yeterince eğitimli, farkındalık sahibi ve hassas olmayan” kişiler, benim ne demek istediğimi çok iyi anlar. Sürekli diğer çocukların “yaptıklarına ya da yapmadıklarına” bakılarak yetiştirilen çocuklar, “kendisi olmanın ne demek olduğunu” bilmeden yetişiyorlar demektir! “Diğerlerinden farklı olmak” bir suçmuş gibi gelebilir bu çocuklara. Çünkü sürekli olarak “Sen neden diğerlerinin çocukları gibi değilsin?”, “Baksana, burada kimse senin gibi davranıyor mu?” ve “Neden hep sorun çıkarıyorsun?” gibi sözlere maruz kalarak geçmiştir çocukluk dönemleri.

Diğer çocuklardan farklı şeyler yapan, farklı şeylere ilgi  duyan, farklı şekilde konuşan ve düşünen çocuklarını engellemeye çalışan “bazı” anne ve babalar vardır. “İcat çıkarma başımıza!” ve “Eski köye yeni adet getirme!” gibi sözlerle sürekli önü kesilmeye çalışılır çocuğun! Kendi çocuklarının diğer çocuklarla aynı şeyleri yapmasından rahatsız olmaz böyle ebeveynler ama bir taraftan da kendi çocuklarının diğer çocuklardan farklı olmasını da içten içe arzularlar! Kendi çocukları öne çıksın, herkes onların çocuğunu konuşsun ve peşinden koşulan bir kişi olsun isterler! Diğerleriyle aynı şeyleri yapsa bile yaptıklarının “en iyisini” yapsın isterler! Çocuklarının, diğer çocukların başardığı şeyleri başaramaması onlara dayanılmaz bir acı verir belki de! “Çocuğumuz kimseden geri kalmasın.”, “Hiçbir şeyi eksik kalmasın.”, “Arkadaşlarının içinde ezik kalmasın.” ve “Yalnız başına kalmasın.” gibi düşüncelerle çocuklarını sürekli olarak diğer çocuklarla kıyaslarlar. Elbette çocuğunu gerçekten seven hiçbir ebeveyn, çocuğunun bu durumlardan hiçbirine düşmesini istemez. Bu tür tepkiler gerçekten insani tepkilerdir ama burada mesele bu değil. Mesele, çocuklarının “diğer çocuklardan aşağı bir konumda olmasını engellemek isterken” aslında “kendi çocuklarının diğer çocuklardan farklı olma hakkını” çocuklarının elinden  almalarıdır!

Bu tip anne ve babalar, çocuklarının yaptığı ya da yapmadığı şeyler için diğer çocukların anne ve babalarından “özür dilemek zorundaymış gibi” sürekli olarak mahçup bir tavır takınırlar! Kendi çocukları diğer çocuklardan farklı şeyler yapan ebeveynler, “Bizim çocuğumuz da böyle işte!” demek zorunda gibi hissederler! “Bizim çocuğumuz diğerleri gibi değil.” anlamında başlarını hafif sağa doğru bükerler. Yani “Bizim çocuğumuz da böyle işte, bizi hoşgörün.” demek ister gibi onay bekler şekilde eğilip bükülürler. Halbuki özür diler gibi bir tavır takınmak yerine “Bizim çocuğumuz böyle.” deseler daha iyi olmaz mıydı? Yani “Bizim çocuğumuz böyle, onu olduğu gibi kabul edin ve farklı davranmasını onun garipliğine değil de kendisi olabilme özgürlüğüne ve cesaretine verin!” deseler daha iyi olmaz mıydı? Kendi çocuklarını önce kendileri korusalar daha iyi olmaz mıydı? Korumadılar. Koruyamadılar. Belki de “çocuklarını korumak”, onların zihinlerinde farklı bir anlama geldiği için bunu yapamadılar.

Birçok çocuk; toplumun dayatmalarından, hazır düşünce kalıplarından, geleneklerinden, “tek tipleştirme girişimlerinden” etkilendi ve “Keşke etkilenmese!” umudumuzu korumamıza rağmen etkilenmeye de devam ediyor. Anne ve babalar, çocuklarını korumak istediler. Koruyanlar olmuştur. Bütün anne ve babalar aynı değil elbette. Mesele, çocuklarını tehlikelerden, belalardan ve diğer kötü şeylerden korumak değil burada. Elbette her anne ve baba çocuğunu korumak ister ve bunu sağlamak için elinden geleni de yapar. Mesele, “çocukları diğerlerinden farklı olursa sevilmez ve toplum tarafından dışlanır” korkusuyla bu düşüncenin çocuğa ne gibi zararlar vereceğini hesaba katamadan davranmalarıdır!

Çocuklar diğer çocuklardan farklı bir şey yapınca “Evladım, bak böyle giyinirsen sana gülerler.”, “Çocuğum, bu şekilde davranırsan biz insanlara ne deriz sonra?”, “Sen öyle diyorsun ama akrabalarımız ne der acaba?” gibi sözlerle çocukların kendileri olma ayrıcalığı “bilmeden ve istemeden” ellerinden alınıyor. “Bilmeden ve istemeden” diyorum çünkü anne ve babalar, “Bu tip sözlerden ve davranışlardan çocuklarının ne kadar zarar göreceğini bilseler herhalde bu şekilde davranmazlardı.” şeklinde iyimser bir  görüşe inanıyorum, belki de inanmak istiyorum! Çünkü aksi çok da mantıklı gelmiyor. Çünkü çocuklarının zarar göreceğini bilmelerine rağmen çocuklarının gelişimlerini kötü etkileyecek bu tip davranışları yapan anne ve babalar, bence çocuklarını gerçekten sevmiyorlardır! Aslında bunu söylerken de tereddütlerim var. Çünkü toplumumuzda; “başkalarını acımasızca eleştirme”, “başkalarının farklı davranışlar sergilemesi  ‘kendisinin farklı olamama konusundaki eksikliğini kendisine hatırlattığı için’ farklı olan insanları aşağı çekmeye çalışma”, “kendisinden üstün olmasın diye diğerine tuzak kurma”, “bir başkası işe yarar bir şey yapsa bile sırf kendisi o kişiyi çekemediği için yapılan şeyi gözden düşürme” konusunda çok başarılı “bazı insanlar” var! Böyle bir kültür içerisinde “çocuklarını korumak” sözünden ne anlamak gerektiği de belirsizleşmeye başlıyor! İnsanın zihni dönüp dolaşıp “Anne ve baba olunca anlarsın!” sözüne takılıp kalıyor. Bir taraftan herkes haklıyken diğer taraftan herkes  haksızmış gibi geliyor insana!

Anne ve baba tarafında bunlar olurken çocuk tarafında başka şeyler oluyor elbette. Çocuk, dünyaya geldiği andan itibaren “anne ve babasının kendisinin kötülüğünü istemediğine yürekten inanarak büyüdüğü için” hayata dair nasıl bir düşünce yapısı geliştireceği noktasında temel dayanağı ebeveynlerinin sözleri ve davranışları oluyor. Çünkü çocuk, “kim olduğunu bilmiyor” ve bunu düşünecek olgunlukta değil. İstese de istemese de ebeveynlerinin onun  için çizdiği yolda ilerlemek zorunda kalıyor. Diğer taraftan da “oynaması gereken toplumsal rolleri” var: Evlât rolü, yeğen ve torun rolü, kardeş rolü, arkadaş rolü… 

Her bir rol, kendisi hayata gelmeden önce inşa edilmiş ve günden güne kolaylıkla değişmeyen roller. Hepsinin toplum açısından bir önemi var. Çocuk, bu rollerden birini “kafasına göre oynamaya kalktığı anda” toplum sanki dev bir canavar gibi çocuğun karşısına dikiliyor! Anne ve babası, çocuktan bir şey yapmasını istemişse ama çocuk bu şeyi yapmak istememişse çocuğa “evlâtlık rolü” hatırlatılıyor! Dayısı, teyzesi, anneannesi veya dedesi çocuktan bir şey yapmasını istemişlerse ama çocuk buna da karşı çıkmışsa çocuk hemen anne ve babasına şikayet ediliyor. Anne ve baba; bu kez “evlâtlık, yeğenlik ve torunluk rollerinin” hepsini birden çocuğa hatırlatıyor. Hatırlatmazlarsa toplum, bu anne ve babaya “anne ve babalık rollerini yerine getirmediklerini” hatırlatıyor! Bununla da yetinmeyip bu anne ve babanın “oynaması gereken rollerini gereğince oynamadığını” diğer bütün akrabalarına ve tanıdık tanımadık herkese anlatıyor! Anne ve baba, “kötü birer anne ve baba olarak” anılmaya başlıyor! Çocuklarının “kötü bir çocuk olarak anılıp toplumdan dışlanmaması için ‘kendisi olma  ayrıcalığını’ elinden istemeden alan anne ve baba”, bu kez hem kendilerini “kötü anne ve baba” olarak anılmaktan hem de çocuklarını “kötü bir çocuk olarak” anılmaktan kurtaramıyorlar! “Kendisi olma ayrıcalığına sahip olan anne ve babalar”, bunun gereği olarak toplumun isteklerine karşı çıkabiliyorlar. Ancak kendisi olma cesaretini gösteremeyip toplumun söylediklerine bağımlı olarak yaşayanlar, toplumun söylediği gibi “rollerini hatırlayarak” davranmaya devam ediyorlar!

Çocuklar, büyükleriyle olan ilişkilerinde genellikle  “söz dinleyen” taraf oluyorlar. “Bilinçsiz bazı büyükler”, sanki sadece çocuklar onlara saygı duymak zorundaymış ama onlar çocuğa saygı duymak zorunda değilmiş gibi davranıyorlar! Çocuklar, yaşça küçük ve güçsüz bir durumda olduğu ya da “güçsüz  olduğu sürekli kendisine hatırlatıldığı için” büyükleriyle ilişkilerinde büyüklerine itaat etmesi gerektiğini düşünüyor! Düşünmeyenler de var ama şu an “bizi tek tipleştiren sebepler” üzerinde durduğumuz için diğerlerini sonraya saklıyorum.

Büyükleriyle eşitsiz bir ilişki içerisinde bulunduğu için kendisini yeterince savunamayan ve kim olduğu ya da olması gerektiği sürekli olarak büyükleri tarafından kendisine hatırlatılan çocuk, sosyalleşmeye başlayınca elbette farklı bir durum ortaya çıkıyor. Kendisi gibi diğer çocuklara da kim oldukları sürekli hatırlatıldığı için aynı ortamda bulunan çocuklar, bu kez birbirleri arasında bir mücadeleye girişiyorlar. Çünkü boy, yaş ve bulundukları konum açısından benzer durumlarda olan çocuklar, kendi aralarında “Ben de varım!” yarışına girişiyorlar! Büyüklerine karşı kendisini savunmaya çalışan çocuklar, genellikle “sanki anne ve babasına ihanet ve nankörlük ediyormuş” ve “yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmiyormuş” gibi muamele görüyorlardı. Akranlar arasında çok daha farklı bir mücadele ortaya çıkıyor! Karşısındakine “diş geçirebileceğini düşünen” çocuklar, birbirlerini sürekli olarak alt etmeye çalışıyorlar. Elbette birbiriyle güzel bir ilişki kuran çocuklar da vardır ama sonuç olarak bir mücadele olması kaçınılmaz!

Bu mücadele aslında en çok okul ortamında gerçekleşiyor. Çünkü çocuklar, okulda da sürekli olarak “tek tipleştirmeye” maruz kalıyorlar. Kıyafetleri, saç kesimleri, aldıkları dersler, yaşadıkları sorunlar, sürekli olarak not sistemine göre sınıflandırılmaları aynı olan çocuklar; birbirlerine bakarak “kim olduklarına” karar vermeye çalışıyorlar. Ancak onlara “kim olduklarını” söyleyen bir büyükleri daha var: “Öğretmen”! Dolayısıyla çocukların “oynamaları gereken rollere” bir  yenisi daha ekleniyor: “Öğrenci rolü”. Öğrenci rolü de temel olarak “diğer öğrenciler gibi olmayı” içeriyor: Uslu olmak, öğretmene saygı  göstermek, arkadaşlarıyla iyi geçinmek, derslerinde başarılı olmaya çalışmak… Öğrenci rolünü gereğince oynayanlar için belli başlı ödüller var! “Normal” biri olarak anılmanın ödülleri var. Söylenenlere harfiyen uyarsanız ödüller var!

Sürekli olarak sınavlara giren çocuklar, “yetenekleri ve ilgileri olmasa bile” derslerin hepsinden geçmek için çalışmak zorunda kalıyorlar. Notları “diğerlerininki gibi” olmayan çocukların bir sıkıntısı varmış ve “notları iyi olan derslerine daha da önem vermek yerine” zayıf derslerinin düzeltilmesi için her şey yapılması gerekiyormuş gibi davranılıyor! Notları diğerlerininki gibi olmayan  çocuklar, belki de kendilerinde bir  gariplik olduğunu düşünmeye başlıyorlardır! Tıpkı okula başlamadan önce maruz kaldıkları davranışlardan sonra düşünmeye başladıkları gibi! “Herkes gibi olmazsam sevilmem ve takdir edilmem.” düşüncesi çocuğun zihninde kök salmaya başlarsa çocuk, “herkes  gibi olmak için çılgınca bir arzu duymaya” başlayacaktır! Toplum tarafından kötü davranışlara maruz kalmamak için, toplumdan dışlanmamak için, ötekileştirilmemek için, “kötü çocuk olarak anılmamak” ve dolayısıyla ebeveynlerinin kötü anne ve baba olarak anılmasına sebep olmamak için herkesin yaptıklarını yapmak zorundaymış gibi hissedecektir çocuk! Çünkü ebeveynlerinin “başkalarının çocuklarıyla kendi çocuklarını kıyaslama yarışı” durmaksızın ve hızını arttırarak devam etmektedir. Çocuğun “oynaması gereken roller arttıkça” üzerindeki baskı daha da artacaktır!

Çocuk, bir noktadan sonra bir yol ayrımına gelmek zorunda kalacaktır. Ya “toplumdan dışlanmak ve toplum tarafından ötekileştirilmek pahasına kendisinin kim olduğuna kendisi karar verme” yolunu seçecek ya da “toplumdan dışlanmayı ve toplum tarafından ötekileştirilmeyi göze alamayarak kim olduğuna karar vermek için sürekli diğer insanların kendisi hakkında söylediklerine bağımlı olma” yolunu seçecektir! Bu ikisinden başka seçenek yok mu? Onu da ikinci yazıda konuşalım…

Kitle

***Fotoğrafın kaynağı: https://www.dibace.net/hamdi-tayfur/kolektiflik-tek-tiplesme-sahsiyetlerin-grupta-eriyerek-yeteneklerinin-yok-olusu/