Her insan belalardan, tehlikeli durumlardan uzak durmak ve güven içinde yaşamak ister. Her ne kadar bize göre “tehlikeli olduğu kesin olan bazı durumlar” olsa da, herkes her durumu kendisi için tehlike olarak görmeyebilir. “Tehlikeli” olduğunu düşündüğümüz şeylerin tehlikeli olup olmadıklarına da çoğu zaman kendi kendimize karar vermeyiz. Bu konudaki algılarımız çoğunlukla toplum tarafından şekillendirilir. Algılarımıza etki eden kurumların başında da “medya” gelir.

Medyada verilen haberleri izlediği zaman içini kasvet kaplamayan pek insan yoktur sanırım. Televizyondaki, gazetelerdeki veya sosyal medyadaki haberlere biraz göz atmanız içinizin kararmasına sebep olabilir! Göz attıktan sonra da gördüğünüz şeyleri unutarak günlük hayatınıza devam etmeniz pek olanaklı olmaz. Çünkü yakın çevrenizden insanlar da mutlaka sizin haberdar olduğunuz şeyleri izlemişlerdir ve size de mutlaka onları izleyip izlemediğinizi sorarlar! Kasvetli ruh halinden kaçmanız pek mümkün olmaz.

Öldürülen veya tacize uğrayan kadın ve çocuklar, depremler, ekonomik kriz, savaş ve “muhtemel savaşlar”, dolandırıcılık, terör, kavga, yangın, virüs ve “muhtemel virüsler” ve saymadığım, saymak istemediğim daha nicesi! Bakın, yine kaçamadınız! Ben de saymaya başladım hemen bütün olumsuzlukları. Ancak ben size bunlardan haberinizin olup olmadığını sormayacağım. Ben size başka şeyler sormak istiyorum.

  Bütün bu haberleri okurken, dinlerken ya da izlerken ne düşünüyorsunuz? “Medya da olmasa bütün bunlardan haberimiz olmazdı.” diye mi düşünüyorsunuz? Artık “dünyanın yaşanmaz bir yer olduğunu” mu düşünüyorsunuz? Yoksa “Bizim bilmediğimiz daha neler vardır da hepsini haberlerde veremiyorlardır.” ihtimali mi geçiyor zihninizden. Ya da “Aslında bu kadar olumsuz bir durum yoktur, medya olayları abartıyordur.” diye mi düşünüyorsunuz kendi kendinize?

Siz ne düşünürseniz düşünün, gün sonunda medyanın dediği oluyor! Medyanın istediği bakış açısı zihinlerimizde yer ediyor ve onu o yerden söküp atmak da pek mümkün olmuyor! Medya, zihnimize öyle bir çerçeve çiziyor, o çerçeveyi öyle sağlam duvarlarla inşa ediyor ki etrafımıza baktığımızda o duvarın arkasını görememeye başlıyoruz!

Diyelim ki bir çocuğun kaçırıldığını haberlerde gördünüz. Hemen aklınıza kendi çocuğunuz, yeğeniniz, komşunuzun çocuğu ya da herhangi bir başka çocuk gelmez mi? Çocukların savunmasız olduğunu, başlarına bir şey gelmemesi için çocukların çok iyi korunması gerektiğini düşünmez misiniz? Birisi size gelip “Aslında bu kadar çocuk kaçırma olayı yok, medya olayları abartıyor.” dese o kişiye kızmaz mıydınız? Neden? Çünkü sayısının az ya da çok olması fark etmeksizin bir çocuğun kaçırılması size göre asla olmaması gereken bir şeydir! Ancak burada asıl mesele çocuk kaçırma vakasının az ya da çok olması değil, asıl mesele medyanın sürekli olarak “içinde bulunduğumuz anda birilerinin çocukları kaçırmak için hazırda beklediği ve biz onlara fırsat verirsek hemen çocukları kaçıracakları” şeklinde bir algıyı besleyecek şekilde haberler vermesi! “Bir çocuğun kaçırılması” ile “kaçırılma ihtimali” aynı şey değil! Ancak medya, çoğunlukla “bütün kötü ihtimalleri şu anda gerçekleşen gerçeklermiş gibi” aktarıyor!

Aslında bu söylediğime “İyi ya işte, medya daha çok haber yapsın ki insanlar çocuklarını koruma konusunda daha da bilinçlensinler.” şeklinde itiraz edenler de olacaktır. İtirazlarında da kesinlikle haklıdırlar. Zaten asıl mesele de bu! Medyanın haber yaptığı konuların neredeyse hepsi günlük hayatta gözümüzün önünde gerçekleşiyor, hiçbirine gerçekleşmiyor diyemiyorsunuz! Konular öyle hassas şekilde sunuluyor ki insanlar farklı görüşlere kapalı hale geliyorlar! Ancak, asıl sorun medyanın olayları “her an her yerde gerçekleşiyor gibi vermesi” aslında! Çocuklar kaçırılıyor, doğru ama günlük hayatta sürekli çocuk kaçırılmıyor. Çocukları seven, onlarla vakit geçirmekten hoşlanan, onların iyiliği için birçok eylemde bulunan insanlar da var ama medya bunları pek öne çıkarmaktan hoşlanmıyor gibi davranıyor! Medya bu konuda insanlarda öyle bir paranoya oluşturuyor ki insanlar önlem almak zorunda hissediyorlar kendilerini. Şimdi “Önlem almanın nesi kötü ki!” diyenleriniz olacaktır. Önlem almak elbette kötü bir şey değil. Asıl mesele, “gerçekten haklı bir gerekçe olan” çocukların korunması gerektiği görüşünden yola çıkılarak çocukların sürekli olarak “korku içinde” büyütülmesidir.

Düşünsenize, küçük bir çocuk her şeyden şüphe ederek, hiç kimseye ve hiçbir şeye güvenmemesi gerektiği “güvensiz bir dünyada” yaşadığını düşünmeye başlayacak ve kendisi için en önemli olan şeyin “sürekli olarak kendisini koruması olduğu” düşüncesini bir an bile aklından çıkaramayacaktır. Yeni deneyimlerde bulunmak, yeni yerler keşfetmek ve yeni insanlar tanımak yerine sürekli olarak güvenliğini ön plana alarak davranışlarına sınırlar çizecektir! Kendisine mükemmel katkısı olacak eylemlerden “sırf güvensiz” daha doğrusu “riskli” diye uzak durmaya başlayacaktır!  Aslında bu durum sadece çocukların başına gelmiyor, hepimizin başına geliyor!

Mesela hepimizin yüreğini sızlatan deprem meselesini ele alalım. Hiç kimse “Aslında deprem olmadı.” diyemez değil mi? Depremi en derinlerimizde hissettik, maddi ve manevi yaralarını uzunca bir süre hissetmeye de devam edeceğiz. Medyaya bakıyorsunuz, deprem olduktan ve enkaz kaldırma çalışmaları tamamlandıktan sonra sürekli olarak deprem uyarılarında bulunan uzmanların ortaya çıktığını görüyorsunuz. “İstanbul’da şu tarihte deprem olacak.”, “Şu bölgeler çok riskli, aman ha oralara yaklaşmayın!”, “4.5 şiddetinde yeni deprem bölge sakinlerini ürküttü.”, “Vatandaşlar riskli bölgeyi terk ediyor” ve bunlara benzer birçok haber verildiğini görüyoruz. Haberler veriliyor verilmesine ama haberleri izleyen herkes mühendis, müteahhit, milletvekili, bakan ya da herhangi bir devlet görevlisi değil ki! İnsanlar bu haberleri çaresiz bir şekilde izliyorlar, depremden korunmak için ellerindeki imkânlar yetkililerle aynı değil! İnsanlar hayatlarını idame ettirmek için çalışıyorlar, hayatlarını  “olabildiğince ucuz ve kaliteli bir şekilde” yaşamaya çalışıyorlar. Ancak, etraflarına bir bakıyorlar her yanlarını korku sarmış!

Her gün haberlerde “Suriyeli mültecilerin çıkardığı ya da çıkarabileceği sorunlar”, “ekonomik krizin hayatımıza mevcut ve muhtemel etkileri”, “herhangi bir ülkeyle savaş çıkma ihtimali”, “yeni bir virüsün ortaya çıkma ihtimali” ve buna benzer olaylardan bahsediliyor. En basit olaylar bile sürekli olarak etkisi ve kapsamı abartılarak aktarılıyor. Mesela et yiyen insanların “risk altında olduğu” tekrarlanıp duruyor. Çözüm olarak da bir taraftan “vejeteryanlık” sunulurken, diğer taraftan “yapay et daha sağlıklıdır” propagandası yapılmaya devam ediyor. Yarın bir gün dünyaya geldiğimizden beri yediğimiz etleri yiyenler “toplum sağlığını riske atıyor” iddiası ortaya atılırsa hiç şaşırmayın! Pandemi döneminde aynısını yapmadılar mı? Aşı olmayanlar ile aşı olanlar birbirleriyle kutuplaşmadılar mı? Aşı olmayanlar “insanlığın düşmanıymış gibi” sunulmadı mı haberlerde? Peki aynı medya neden “aşıların insanların vücuduna zarar verdiği, hatta ölümlerine neden olduğu vakaların da olduğu” iddialarını ciddiye alıp bununla ilgili “abartılı haberler” yapmadı! Haberlere bakarsanız içinden çıkılması imkânsız bir korku tünelindeymiş hissine kapılırsınız! Bütün bu “korku selinin sonunda” haberi sunan kişinin dudaklarından “Şimdi de güzel bir haberle devam edelim.” cümlesi dökülüverir. “Bu kaosun içinde güzel şeyler de oluyor.” diye ekleme yaptıkları da görülür. Ama ana düşünce “dünyanın karanlık bir yer olduğu ama ufak tefek güzel şeylerin de olduğu” görüşüdür aslında!

 Haberler öyle bir sunuluyor ki, insanlar sanki “bütün tehlikeler bizden bağımsızmış da biz müdahale edemezmişiz gibi” hissediyorlar. Bütün bu “korku kültürünün” ortasında sanki insanlar “çaresiz varlıklarmış gibi” sunuluyorlar haberlerde! İnsanlar da bir süre sonra bu durumun gerçek olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Sorunlarını kendi başına çözmeye çalışanların da pek hoş görülmediğine şahit oluyoruz! Çünkü her işin bir uzmanı var. Mesela, özellikle pandemi döneminde bütün kanallar “psikoloji ile ilgili dizilerle” dolup taştı. Bu dizilere baktığınız zaman aslında ana fikrin “insanın kendi kendini iyileştiremeyecek kadar çaresiz olduğu” fikrinin yattığını görürsünüz. İnsanlar birer “kurban olarak” sunulurlar. Çocukluklarında yaşadıklarının kurbanı! Kurban olan insanı kurbanlık durumundan kurtaracak olan da bu işte uzman olan biridir! Yanlış anlaşılmasın, bu söylediklerim psikoloji bilimine karşı olduğum anlamına gelmiyor! 

Bütün bunların sonunda neler oluyor dersiniz? Söyleyeyim. İnsanlar “en basit eylemlerini” bile “Aman başımıza bir şey gelmesin.” mantığıyla güvenlik açısından değerlendirmeye başlıyorlar. Çünkü medya her davranışımızın “bizim için risk taşıyan yönlerini” bulup ortaya çıkartıyor! İnsanlar virüs, taciz, şiddet ve benzer sebeplerden dolayı diğer insanlardan uzaklaşmaya ve kendi içlerine kapanmaya başlıyorlar. “Merak ve araştırma duyguları” köreliyor. Yeni yerler keşfetme merakı, yeni insanlar tanıma merakı yerini korkuya bırakıyor ve zihinleri donuklaşmaya başlıyor. Bunun sonucunda, aslında hem kendilerine hem de topluma “yabancılaşıyorlar”. Aslında insanlardan uzak durmaya başlamalarının iki temel sebebi var. Birincisi, insanlardan zarar görmemek. İkincisi, bilmeden de olsa insanlara zarar vererek toplum ve özellikle medya tarafından “toplum ve insanlık düşmanı” olarak kabul edilmemek. Korku ve kaos içinde bir dünyada yaşadığını düşünen insanların temel düşüncesi “mevcut olanı korumak” ya da “daha iyi şartlara ulaşmak” yerine “daha da kötüye gitmeyelim” haline geliyor! Zaten medyanın insanlara aşıladığı asıl düşünce de bu! “Güvenlik ilkesi” her şeyin önüne geçiriliyor! Normal şartlarda izin vermeyeceğiniz şeyleri sırf güvenlik uğruna kabul etmeye başlıyorsunuz ve buna hayır diyemiyorsunuz! Pandemi döneminde bütün dünyadaki yaşamın nasıl kısıtladığını, insanların nasıl oldukları yerlere “kapatıldıklarını” hatırlayın!

Böyle bir ortamda “hayatın zorluklarına rağmen birçok başarı elde etmeyi”, “yeni deneyimler yaşamayı”, “hayatı keşfetmeyi”, “farklı şeyler denemeyi” ve “risk almayı” başaranların yerine “böyle bir ortamda hayatta kalmayı başaranlar” alkışlanmaya başlandı! “Mağdur olanlar” ve “mağdur olmasına rağmen hayatta kalanlar” baş tacı edilmeye başlandı. Evet, maalesef günümüzde “hayatta kalmak” başarı olarak kabul edilmeye başlandı. Doğru, böyle bir ortamda bu da “gerçekten büyük bir başarıdır” ancak çok daha iyi şeyler başarabilecek potansiyelde insanlar olmasına rağmen “hayatı daha farklı şekilde yaşamak” yerine “herkes gibi hayatta kalmaya çalışmak” çok daha takdir edilesi bir davranış gibi algılanmaya başlandı! Hatta farklı bir hayat yaşama girişiminde olan insanların “Onun tuzu kurudur.” söylemleriyle hemen alaşağı edilmeye çalışıldığından da eminim.

Neredeyse herkes “Olduğumuz yerde kalalım da başımıza bir şey gelmesin!” mantığıyla hareket ederse gerçekten de olduğumuz yerde kalırız! Eğitimde, bilimde, sporda ve aklınıza gelebilecek bütün alanlarda!  Cesaret “bir esaret gibi” algılanırsa sürekli olarak birilerinin iki dudağı arasından çıkacak kelimelere bağımlı hale geliriz! Sürekli olarak mağdur ve kurban olarak görürüz kendimizi. Hayatımızın kontrolünü “bizi kurbanlıktan kurtaracak olduğunu düşündüğümüz kişilere” bırakmaya ve bunun normal olduğunu düşünmeye başlarız. Belki de “asıl tehlike” budur: “Bulunduğumuz yerden mutlu olmak ve kaderimizi birilerinin belirlemesini beklemek”! Ancak bu kısır döngüden kurtulmak için “cesaretli” olmalıyız! Cesaretli olmadan önce de cesaret ile ilgili düşüncelerimizde birtakım açmazlarımızın olabileceğini kabul etmeliyiz. Nedir onlar? Onları da sonraki yazıda konuşalım…

*Bu yazıyı yazarken Frank Furedi’nin “Korku Kültürü” adlı kitabından yararlandım.