Buradaki amaç “faydacı” bir amaçtır. Bundan dolayı, bir insan yıllarca okul okuyup işsiz kalırsa, “Bunca yıl okudun da ne oldu?” ve “Bir işe yaramayacaksa neden okudun ki, baksana okul okumayanlar daha çok para kazanıyor!” şeklinde ithamlarla karşılaşırlar. Okul okumak, sonrasında daha çoğunu geri alabilmek için “verilmiş bir borç gibi” algılanır.

“Okumak” kelimesini duyan insanların akıllarına genellikle iki ihtimal gelir. İlki, “okulda eğitim görmek”, ikincisi ise “kitap okumak”tır. Ancak, genellikle ilk ihtimali göz önünde bulundururlar. Okulda eğitim görmek, insanlar tarafından genellikle “belli bir alanda uzmanlaşmanın ve eğitim sona erdiğinde de bu alanda iş bulmanın aracı” olarak algılanır. Yani buradaki amaç “faydacı” bir amaçtır. Bundan dolayı, bir insan yıllarca okul okuyup işsiz kalırsa, “Bunca yıl okudun da ne oldu?” ve “Bir işe yaramayacaksa neden okudun ki, baksana okul okumayanlar daha çok para kazanıyor!” şeklinde ithamlarla karşılaşırlar. Okul okumak, sonrasında daha çoğunu geri alabilmek için “verilmiş bir borç gibi” algılanır. “Hepsi olmasa da” genel olarak anne ve babalar bile okul okumanın “mesleki getirisiyle” ilgileniyorlar. Elbette insanlar bu konuda tamamen haksız değil. Ancak, bu durum, insanların “okul okumayı dar bir pencereden değerlendirdikleri gerçeğini” değiştirmiyor. “Okul okumak”; olabildiğince çabuk bitirilmesi gereken bir şeymiş, hayalini kurduğumuz mesleğe bir an önce atılmak ya da ‘çok para kazanmanın’ önünde duran “bir engelmiş gibi” algılanıyor!

Okul okumanın “bir araç ve işimizi gördükten sonra atılması gereken eski bir eşya muamelesi gördüğü” böyle bir ortamda “kitap okuma” meselesine bakışın sağlıklı olduğunu söylemek zaten pek mümkün görünmüyor!  İnsanların bir kısmı, kitap okumaya da “faydacı” bir bakış açısıyla yaklaştıkları için kitap okumanın insanın zihin dünyasına nasıl etkilerde bulunduğu üzerine düşünmeyi pek gerekli görmezler. Hedeflerinin “gerçekten kendilerinin hedefleri ya da sistemin dayattığı hedefler olup olmadığı” meselelerini iyice düşünmeden hedefe “bir an önce ulaşma” amacında oldukları için kitap okumayı gereksiz bulabilirler. Gereksiz, sıkıcı, uzun süreli, bir karşılığı olmayan bir eylem olarak görüyor olabilirler. Ancak, kitap okumaya bu yakıştırmaları yapmadan önce “cehaletin bedelini” hesaplamalıyız! Bu hesabı geçen yazımda yapmaya çalıştım. Cehaletinin körleştirdiği gözlerin açılmasının uzun ve çetrefilli bir süreç olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi, “sadece okul ve kitap okumanın herkesi cehaletten kurtarmaya ‘yetmeyebileceği’ ” gerçeğini göz ardı etmeden, “cehalet ve cehaletin ürettiği sahte mutluluk zehirlerinden” her gün azar azar içen insanları “panzehirle” tanıştırmak istiyorum. 

Bu panzehir kesinlikle kitap okumaktır. Bu panzehrin işlevini yerine getirebilmesi için olabildiğince fazla kullanılması ve kullanımın “sürekli” olması gerekir. Bunlar “doğru ve düzenli bir şekilde” yapıldığında cehaletin getirdiği “kafa karışıklığı, algılardaki dengesizlikler ve çelişkiler” yavaş yavaş yok olmaya başlayacaktır. “Bir şeyleri bilmemenin ve neyi bilmediğini bilmenin” getirdiği özgürlükle birlikte kendileriyle yüzleşeceklerdir. Bu süreç sancılı ve uzun olacaktır. Ancak, bu sürecin sonunda “kendilerini ve insanları oldukları gibi kabul edebilme özgürlüğüne” kavuşacaklardır. Bu özgürlük, onlara göğüslerini gererek “Ben bunu bilmiyorum ama öğrenmeye açığım.” diyebilme “ayrıcalığını” verecektir. Böylece, başkalarının kendileriyle alay etmelerinin “alay edilenin değil de alay edenin kabahati olduğunu” düşünmeye alışacaklardır. Bu sürecin sonunda, kendileri de “bir şeyleri bilmeyen ama bilmediğini söylemekten çekinen insanlarla” alay etmekten utanç duymaya başlayacaklardır. Herkesin hayat şartlarının “bilmediğini bilme ve bunu kabul etme ayrıcalığını” kendilerine sağlamayabileceği gerçeğini kabul edeceklerdir. Bir şeyleri bilmeyen insanların “bir şeyleri bilmeme” hallerinden mutluluk değil, üzüntü duyacaklardır.

Özellikle roman, hikâye, şiir, felsefe, psikoloji ve sosyoloji türündeki eserleri doğru bir şekilde okudukları takdirde  “öz farkındalık” ve “empati” yetenekleri büyük ölçüde gelişecektir. Hem kendilerini hem de diğer insanları çok daha iyi anlayacaklar ve anlayış seviyeleri artacaktır. Çünkü, bu türdeki eserler insanların en gizli isteklerini, düşüncelerini, amaçlarını ve güdülerini ortaya koyan eserlerdir. Bir roman okumak asla gereksiz bir eylem değildir. Roman okurken birçok farklı karakterin “hayata bakışlarına”, “yaşadıkları zorluklara ve zorluklarla mücadele etme biçimlerine”, “gizli ya da açık isteklerine”, “psikolojik durumlarına”, “en saçma gibi görünen” davranışlarını “mantıklı saymamıza neden olacak” sebepleri olabileceğine şahit olursunuz.  Diğer eserlerde de aynı mantık geçerlidir. Ne kadar çok okursanız o kadar çok kendi geçmişinizle, yaşadıklarınızla ve toplum ile yüzleşirsiniz. Hayata sadece kendi pencerenizden değil, “çok sayıda insanın bakış açısından bakmayı” öğrenirsiniz. Karşı taraf, sizin bir davranışınızın onu üzdüğünü söylediğinde ona meseleyi fazla “büyüttüğünü”, “meseleye takılmasının gereksiz olduğunu” ve “bütün suçun onda olduğunu” söylemekten çekinmeye başlarsınız. Çünkü, insanların sorunları ve kafalarına taktıkları meseleler her ne kadar bize “gereksiz” gibi gözükse de onlar için “hayati” olabilir! Bu gerçeği anladığınızda insanlarla daha iyi iletişim kurmaya, onları anlamaya başlarsınız. Hem kendinizin hem de diğer insanların “kusursuz olmak zorunda olmadığını” kavramaya başlarsınız. Zaman geçtikçe eylemleriniz ve başkalarının eylemleri üzerindeki “denetimizin” daha da arttığını fark edersiniz. Kendinizi “olduğunuz gibi kabul edebildiğiniz zaman” hayatı kendinize daha az zehir etmeye başlarsınız. Çünkü; geçmişte ve bugün kim olduğunuzu, gelecekte de nasıl biri olabileceğinizi daha iyi saptarsınız. “Kendinize daha az haksızlık yapmaya” başlarsınız. Aynı davranışı insanlara da gösterebilirsiniz. Suçu hep karşı tarafa atmak yerine eylemlerinizin “sorumluluğunu” almaya daha da yatkın olmaya başlarsınız. 

Okudukça ve okuduklarınızı kavradıkça “her zaman haklı olmadığınızı ve olamayabileceğinizi” daha rahat kabul etmeye başlarsınız. İnsanların görüşlerini saçma, komik, gereksiz görmemeye başlarsınız. Gerektiği zaman özür dileyebilirsiniz. Çünkü, hayata “dar bir pencereden” bakmaktan uzaklaşmaya başlarsınız. Sizden farklı düşünen, konuşan, davranan, giyinen insanlara tahammül seviyeniz daha da artar. “Farklılıkları tehdit olarak görmemeye” başlarsınız. Çünkü, bilinç seviyeniz yükseldikçe asıl amacınız “olduğunuz yerde kalmak”, “fikirlerinize dört elle sarılmak”, “sizden farklı düşünen insanları alt etmek” ve “insanların sizi eleştirmesine izin vermemek yerine “gelişiminize devam etmek”, “fikirlerinizi geliştirmek”, “sizden farklı düşünen insanların varlığını bir zenginlik olarak görmek”, “saygı çerçevesi içerisinde ve yapıcı olmak kaydıyla size yöneltilen eleştirilere hoşgörüyle yaklaşmak” olmaya başlayacaktır. Bütün bunları gelişiminiz için gerekli görmeye başlayacaksınızdır çünkü. Bütün bunlara açık olduğunuz ve “ufkunuzun darlığından sıyrıldığınız zaman“ size gerçekten faydası dokunacak insanları” kendinizden uzaklaştırmak yerine kendinize daha da yaklaştırmaya çalışacaksınız. Size yöneltilen eleştirileri size yöneltenlerin “niyetlerinin kötü olduğunu düşünerek” meseleyi “kişiselleştirmeden” ve karşı saldırıya geçmeden önce “eleştirinin haklı olup olmadığına” bakmaya başlayacaksınız. Somut olanla değil de “soyut olanla” ilgilenmeye başlayacaksınız. Bunların yanı sıra, “size zararı olacak insanlardan” da öğrenebileceğiniz bir şeyler olacağını düşünmeye başlayacaksınız. “İyi olduğunu düşündüğünüz şeylerin” her zaman “iyilik getirmeyebileceğini” ve “kötü olduğunu düşündüğünüz şeylerin” de her zaman kötülük getirmeyebileceğini düşünmeye başlayacaksınız.

Bakış açınız genişledikçe “insanları sınıflandırmaktan” ve “genellemeler” yapmaktan daha da uzaklaşmaya başlarsınız. Zihniniz “çok boyutlu düşünmeye” alıştığı için “gördüğünüz bir şeyin gördüğünüz gibi olmayabileceğini görebilmeye” başlarsınız. İnsanları, olayları ve düşünceleri sınıflandırmakta acele etmezsiniz. Bir insanı belli bir sınıfa dahil etmeden önce “derin ve uzun bir gözlem yapma” ihtiyacı hissedersiniz. Genellemeler yapmaktan çekinmeye başlarsınız. Borç istediğiniz ancak size borç veremeyeceğini söyleyen bir arkadaşınıza “pinti”, “vefasız” ve “yalancı” gibi yakıştırmalar yapmadan önce onu anlamaya, size borç verememesinin başka sebepleri olabileceğini düşünmeye çalışırsınız. Size birçok iyilik yapan bir arkadaşınız bir kez iyilik yapamayınca ona kızmak yerine sorunun kendinizde olabileceğini düşünmeye başlarsınız. İnsanları artıları ve eksileri ile değerlendirmeyi öğrenirsiniz, tıpkı kendinizi de artılarınız ve eksileriniz ile değerlendirmeyi öğrendiğiniz gibi! Sizden farklı olan insanları “ötekileştirmezsiniz”. Çünkü, bilirsiniz ki “sizden farklı eylemlerde bulunan” bir insanın en az sizin kadar yaşama hakkı vardır! Çünkü, siz de toplumun geri kalanından farklı davranıyorsunuzdur! Geliştikçe toplumun genel kabullerinden ve kurallarından sıyrılarak kendi kararlarınızı kendiniz verebilmeye ve insanların size karşı eleştirilerine göğüs gerebilmeye başlarsınız. Yani “birey” olursunuz. İnsanlara “zarar vermeden istediğiniz gibi yaşayabilme özgürlüğünüz olduğunu” yüksek sesle savunmaya başlarsınız! Başkalarının ya da çoğunluğun görüşlerine sıkı sıkıya sarılmak yerine, kendi görüşlerinizi kendiniz üretir ve “topluma rağmen” savunmaya devam edersiniz. Kalıplaşmış düşüncelerden, boş inançlardan, genellemelerden, ön yargılardan gittikçe uzaklaşırsınız!

Zihni açık insanlar, hem kendilerini hem de diğer insanları doğru bir şekilde anlama yetenekleri geliştiği için meseleleri “adil bir şekilde” değerlendirebilirler. Güce ve gücün getirdiklerine tapmaktan uzaklaştıkları için “dürüst olmaları gerektiğini” düşünürler. “Gerçekleri yerle bir etmek” yerine doğruları savunurlar. Bunu da “birçok şeyi kaybetme”, “birçok şeyden mahrum kalma” risklerini göze alarak yaparlar. “Güç, daha doğrusu güç sanılan” şeylere sahip olmanın, sahip olduğunu düşünmenin onları “gerçeklerden, doğrulardan ve gerçek mutluluktan” uzaklaştırdıklarını düşünürler. Gücün peşinden koştukça kendileri olmaktan çıkarak “herkesleşeceklerini” düşündükleri için doğruların peşinde koşarlar. Hesaplarını kendi vicdanlarına verirler. Dün ne söylediklerini, bugün ne söylüyor olduklarını ve yarın da ne söylüyor olacaklarını hatırladıkları ve bildikleri için cehaletin pençesindeki insanlar gibi “dün söyledikleri ile bugün söylediklerinin uyuşmaması” gibi bir durum oldukça az meydana gelir.

Kendilerini ve insanları iyisiyle kötüsüyle kabul ettikleri için sevme ve saygı duyma “yetenekleri” de gelişmiştir. Saygı ve sevgiyi sadece karşı taraftan beklemezler, onlar da aynı şekilde sevgi ve saygı göstermeye çalışırlar. Yaşları, cinsiyetleri, giyim ve kuşamları, statüleri, görünüşleri ne olursa olsun insanlara saygı ve sevgi gösterilmesi gerektiğini düşünürler. “Sevginin ve saygının bile iyileştiremeyeceğini düşündükleri insanlara” sevgi ve saygı gösterirken daha dikkatli olmaya çalışırlar.  İnsanların kendilerine “itaat etmesi” onları rahatsız eder. Sadece kendi istedikleri ya da uygun oldukları zaman değil, karşı tarafın sevgiye ihtiyacı olduğunda bu talebi geri çevirmemeye çalışırlar. Şiddetin hiçbir türüne başvurmamaya çalışırlar.

Evet, sabırlı davranarak yazının burasına kadar gelebilmeyi “göze alabildiyseniz” çok net bir şekilde gördüğünüz şeyler olduğunu düşünüyorum. Bütün bu anlattıklarım; kitap okuma sürecinin çetrefilli olması, kendinle ve toplumla yüzleşmek, öğrendiklerimiz ve anladıklarımız ne kadar fazlaysa rahatımızın o kadar fazla bozulması, birçok meseleyi aynı anda düşünmeye başladığımız için uykularımızın kaçması, bildiğimiz gerçeklerin sorgulamaya açılması, insanları anlama çabalarımız, bir meseleyi değerlendirirken “çok boyutlu düşünmeye çalışmamamız”, insanları anlama çabalarımıza rağmen insanların bizleri kolay bir şekilde yargılamaya devam etmeleri, hak verdiklerimizin bizi sürekli haksız çıkarmaları ve bunlara benzer birçok mesele; bütün bunları başarmayı düşünmek, başarmak için yola çıkmak ve yola çıktıktan sonra yaşadığınız “tek başına kalmışlık ve boşa kürek çekiyor olma düşüncesi” sizleri korkutmuştur muhtemelen! Ne diyelim, bence haklısınız. Çocukluktan itibaren öğrendiğimiz şeylerin “yanlış olabilme ihtimali bile” sizi çileden çıkarmıştır! Zihninizde, “Ben bu kadar yıl boşuna mı yaşadım?”, “Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu düşünmek çok zor. Nasılsa ‘hazır doğrular var.” ve “Bütün bunları başarmak için kim uğraşacak? Hem işe yarayacağı kesin mi sanki?” şeklindeki soruların canlanması muhtemeldir.   

Aslında siz de biliyorsunuz “cehaletin bedelini”! Biliyorsunuz ama “sahte mutlulukları” kabul etmek “gerçek mutluluklara yolculuk etmekten” daha kolay geliyor! Alıştınız, alıştırıldınız! “Çok fazla düşünme, kafayı yersin!” dediler size! “Çok derinlere inme, boğulursun.” dediler size! “Kitap okuyacaksın da ne olacak, bir an önce iş sahibi olmaya bak.” dediler size! Hazır reçeteler verdiler ellerinize. “Bunları yaparsan mutlu olacaksın. Hem ne var ki herkes böyle yapıyor.” dediler! Alıştırdılar sizi bu düşüncelere. Korkmayın, hemen suçlamayın kendinizi! Çünkü, onları da birileri alıştırdılar! Bu bir “cehalet zinciri” haline geldi! Zincirin dışına çıkmaya çalıştığınızda “Sen çok kibirlisin.” dediler; “Her şeye muhalefet olmasan olmaz zaten!” dediler; “Her şeyin en iyisini sen biliyorsun, biz zaten cahiliz!” dediler; cehalet bataklığına battığınızı fark etmenizi ve bu bataklıktan kurtulmaya çalışmanızı küçümsediler! Kitap okumak istediniz, alay ettiler! Görüşünüzü belirttiniz, dalga geçtiler! Meselelere farklı açılardan yaklaşmaya “cesaret ettiniz”, “Evet, şimdi profesör konuşuyor.” diyerek alay ettiler sizinle! Dışlanmaktan, aşağılanmaktan, fikir belirtmekten, “oyunbozan” damgasını yemekten, istemediğinizi söylemekten, yalnız kalmaktan, arkanızdan konuşulmasından korkmanızı sağladılar! Siz, “Bütün bunları yaparsam beni severler ve sayarlar.” diye düşündünüz ama öyle olmadı! Bütün bunları yaptınız ama yine de beklentilerinizi karşılamadılar! Çünkü, onların istediği “birlik olmak” değildi; sizin onlardan “farklı olmanızı” ve farklı olarak hayatta kalabildiğinizi onlara göstermenizi engellemekti!

Okumayı bir “panzehir” olarak değil, “zehir olarak” tanıttılar size! Okursanız  “geleneklerinize”, “dini inancınıza”, “ailenize”, “değerlerinize” ihanet etmiş olacağınızı söyleyenler de oldu. Bilge olanlar bu söylenenlere karşı çıktılar. Okumaktan zarar gelmeyeceğini söylediler.

“Sizi bir şeylere alıştıranlar” ise, bu kez eğitimi bir “panzehir olarak” tanıttılar ama “panzehir görünümlü zehir” haline getirdiler ve bunu size söylemediler! Birilerinin bizi “kolaylıkla bir şeylere alıştırmamaları için”, “bize söylenenlerin her zaman gerçek olmayacağını” düşünebilmek için kendi yolumuzu kendimiz çizmeliyiz. Bunu yaparken bizim gibi düşünenlerle birlik olmaya çalışmalıyız.

“Bazı insanlarımızın” gerçekleri, canlarını sıkan, düzenlerini bozma ihtimali olan şeyleri reddettikleri; “hiç bitmeyecek mutluluk, haz ve eğlence arayışında oldukları” böyle bir ortamda yolumuzu bulmak çok zor ama imkânsız değil. Bu konuyu da sonraki yazıda konuşalım…