Gözetimin gözetledikleri - 9

“Bir dijital faşizm örneği: Çin’in dijital sosyal puanlama sistemi“ başlıklı en son yazımda, Çin’in dijital sistemleri kullanarak insanları istediği şekilde yönlendirmeye çalıştığından söz etmiştim. Dijital sistemleri kullanarak insanların  “yapmasını istediği“ ve “yapmamasını istediği“ davranışları yapıp yapmadığını takip etmek için ‘dijital puanlama sistemi’ kurduğundan söz etmiştim. Yazı dizisinin son yazısında ise farklı noktalara temas etmek istiyorum.

Bazı insanlar, Çin’in kurmaya çalıştığı bu ‘dijital sosyal puanlama sistemi’nin Çin’in sınırları içerisinde kalacağını ve dünyanın geri kalanının böyle bir işe kalkışmayacağını düşünüyor olabilirler. Ben de böyle düşünmek isterdim. Elbette kötümser değilim, daha doğrusu kötümser olmak istemiyorum. Ancak, burada temel mesele “dijital teknolojilerin gelişmesi ve bu teknolojilerin bizim hayatımızı kolaylaştırması ya da zorlaştırması“ değil. Temel mesele, bu teknolojilerin insanların hayatlarını kontrol etmek için kullanılması da değil. Çünkü, milyarlarca insanın yaşadığı bir dünyada insanların bir arada yaşamasını sağlamak ve hayatın akmasını sağlamak hiç de kolay değil. Bunun için iyi ya da kötü mutlaka bir sistem kurulmak zorunda. Burada temel mesele; “sizin iyiliğiniz için uğraşıyoruz, sizin güvenliğiniz için bu sistemleri yerleştiriyoruz, bu sistemler olmasa hiçbir şekilde güvende olamazsınız“ bahanelerini ileri sürerek  “insanların yaşam biçimlerinin tektipleştirilmesi“dir.  “Benim istediğim gibi davranırsan özgür olursun, benim istediğim gibi davranmazsan sürekli tehlike altında olursun“ tehdidi ile insanları korkutmak ve bu korkudan yola çıkarak insanların özgürlüklerine ‘sınırlar çizerek’ özgürlüklerini ellerinden almaktır.

Çin’in yaptığı tam olarak budur. Aslında bunu sadece Çin yapmıyor. Dünyadaki belki de bütün devletler, hatta bütün insanlar; diğer insanların nasıl davranacağına, hissedeceğine, giyineceğine, besleneceğine tarih boyunca karar verdiler. Ancak, artık durum çok daha başka. Artık ‘pratikte tam olarak olmasa da teoride olan’  “karşı çıkma, itiraz etme hakkı“ da yok olmaya başlıyor. Karşımızda insanların yerine “makinelerin olduğu“ bir sistemde itiraz hakkımızın olması da pek anlam ifade etmemeye başlayacaktır. En basitinden, artık çoğu yerde karşımıza çıkan kartlı geçiş sistemleri ya da turnike de dediğimiz sistemleri bir düşünün. Sizi içeri almıyor. Evet, almıyor. Eskiden kapıda duran güvenlik ile yaşanan tartışmalar,  “sen benim kim olduğumu biliyor musun“ naraları, “bana hemen buranın müdürünü çağırın“ tehditleri, güvenliklerin ya da yetkili diğer insanların cebine biraz para sıkıştırıp geçme girişimlerinin hepsi tarih olabilir. Yani; insanların sorumluluk alma, karşı çıkma, şikayet etme gibi hakları ortadan kalkmaya başlıyor. Bazıları  “Eee, ne güzel işte“ diyor olabilir. Doğru, bu sistemlerin mutlaka faydalı tarafları olacaktır. Ancak, faydalarını ön plâna alıp, zararlarını geri plâna atarak bir yere varamayız.

Puanlama sistemi tarzı sistemler dünyanın geri kalanında da yaygınlaşmaya devam ederse neler olur bir düşünelim. Her hareketimizin dijital sistemler tarafından izlendiği, yapmak istediğimiz şeyleri “gizli gizli de olsa yapma imkânımızın olmadığı“, herkesin aynı davrandığı, belki aynı giyindiği, aynı şeyleri yemek zorunda olduğu, farklı düşünen herkesin insanlar tarafından dışlanmak yerine ‘dijital sistemler tarafından’ dışlandığı, saklanacak bir köşenin olmadığı bir dünya! Buna benzer bir dünyayı George Orwell “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört“ adlı romanında anlatıyor. Orada “her şeyi gören göz“den bahsederken “Big Brother“ diye birinden bahsediyor. “Big Brother seni izliyor“ sloganını sürekli tekrarlıyor. Bu anlattıklarım bazı insanlara komik ve anlamsız geliyor olabilir.  “Yok artık daha neler, sen çok film izliyorsun herhalde“ diyenler olabilir. Ancak, bu anlattıklarım polisten kaçmaya benzemez. Polisi görürsün ve kaçmayı başarırsan kaçarsın. Ancak, Çin’in öncülüğünü yaptığı bu tarz sistemler “kaçacak bir yer olmayan“ bir dünya tasarlıyorlar. Birileri sizi gözetliyor ama kimin gözetlediği bilinmiyor! Bir düşünün. Böyle bir dünyada insanlar giderek daha da paranoyak olmazlar mı? İzlenmiyor olsalar bile ‘her an izleniyor olma ihtimali’ insanları delirtmeye başlamaz mı? Bu anlattıklarım benim paranoyam değil, keşke öyle olsaydı. Ben paranoyak olarak anılırdım, siz de kurtulmuş olurdunuz “kaçamamaktan“.  

Peki ama temel sıkıntı ne? Bütün bunların sebebi dijital sistemlerin geliştirilmiş olması mı, yoksa dijital sistemlerin “kötü niyetli kişilerin kendi keyiflerine göre kullanılması“ mı? Her  sistem, birileri tarafından faydalı işler için kullanılabileceği gibi zararlı işlerde de kullanılabilir. Bundan dolayı ben, burada temel sıkıntının dijital sistemlerden ziyade insanlarda olduğunu düşünüyorum. Yani, bizim dijital sistemlerle iletişimimizde sıkıntılar var. Bu mantıktan yola çıkarsak, bence karşımıza üç seçenek çıkıyor.

İlk seçenek, dijital sistemlerin bütün zararlı taraflarını yok sayarak tam anlamıyla “dijital fanatizm“ denilebilecek bir tavır benimsemek. Bu tavrı takınırsak, dijital sistemlerin zararlı taraflarını görmezden gelerek bu sistemlerin hayatımızın her yerini kaplamasına izin vermiş oluruz. Etrafıma baktığım zaman, dijital fanatik olan birçok insanın olduğunu görüyorum. Onlar, “Amaan, zararlı tarafları olsa ne olur, istemeyen kullanmasın o zaman“ şeklinde bir yaklaşımı benimsemiş gibiler. 

İkinci seçenek; dijital sistemlerin faydalı taraflarını alarak hayatımızı kolaylaştırmasını sağlamak, bunun yanında da zararlı taraflarının insanlara zarar vermesini önlemeye çalışmaktır. Belki de en iyi seçenek diyebileceğimiz bu seçenekteki tavrı “dijital aktivizm“ olarak isimlendirebiliriz. Bir taraftan bu sistemlerin hayatımızı kolaylaştırması için çabalarken, diğer taraftan zararlı etkilerini en aza indirmeye çalışmak, mümkünse yok etmek belki de en mantıklı yoldur.

Üçüncü seçenek, dijital sistemlerin faydalı ve zararlı taraflarının hepsini reddederek dijital sistemlerin ortadan kaldırılmasını savunmaktır. Bu tavrı da  “dijital ludizm“ olarak isimlendirebiliriz. Ludizm kavramı, özet olarak “makine kırıcılık, makine düşmanlığı ve teknoloji düşmanlığı“ gibi anlamlar içeriyor.

Evet, karşımızda üç seçenek var. Herkes bu meseleye farklı yaklaşabilir ve farklı seçenekleri seçebilir. Ancak, hangi seçeneği seçersek seçelim bazı sorunlar ortadan kalkarken, bazı sorunlar var olmaya devam edecek. Bence farklı seçeneklerin de ortaya konulması gerekiyor. Teknolojik aletlerle ilişkimizi içermesi gerekmeyen seçeneklere ihtiyacımız var. Belki de tek bir seçeneğe ihtiyacımız var: “Yeryüzünde yaşayan herkesin kendisinin düşündüğü gibi düşünmesini, hissetmesini, konuşmasını, susmasını, gülmesini, yürümesini, yemesini, kısacası “yaşamasını“ isteyen; kendi istediği gibi davranmayan insanların yeryüzünde var olmasının ‘gereksiz’ olduğunu düşünen, bu ‘gereksiz’lerin yok olması için her yolun denenmesini mübah gören “tektipçi“, “faşist“ ve “diktatör“ şeklinde nitelendirebilecek “zihniyetin“ ortadan kaldırılması! Evet, bu ‘zihniyet’ ortadan kaldırılmadıkça; istediğimiz meseleyi konuşalım, istediğimiz şeyin hayatımıza nasıl etki ettiği konusunda akıl yürütelim, istediğimiz meseleyi halletmeye çalışalım, sonuç olarak dönüp dolaşıp buraya gelmek zorunda kalacağız. Mesele puanlama sistemi değildir, mesele bu eylem biçiminin ‘diktatörce’ olmasıdır! Dayatmacı olmasıdır. Yaşamaya, nefes almaya imkân tanımama üzerine kurulu olmasıdır! Bu zihniyeti ortadan kaldırmayı başaramazsak, Çin’in ‘dijital diktatörlüğe geçiş’ denemesinin yanı sıra çok daha farklı diktatörlük biçimlerinin de ortaya çıktığını görebiliriz. Bu ‘diktatörlükler’,  “küresel dijital diktatörlük“ biçimini de alabilir, çok daha başka biçimleri de alabilir.

Bu zihniyetin ortadan kaldırılması için çabalarken; meseleyi sadece üst sınıflar, zenginler, devlet yöneticileri, holding patronları bağlamında konuşmak meselenin sadece bir yönünü görmek anlamında gelir. Mesele; devletleri yıkma, holdingleri batırma, bütün zenginleri hapse tıkma meselesi değil. Mesele, bir zihniyetin ortadan kaldırılması! Bu ‘zihniyet’; sizin içinizde de olabilir, yanı başınızdaki eşinizde de olabilir. Karşı komşunuzda, mahalle bakkalınızda, arkadaşlarınızda da olabilir. Bu zihniyet her yerde olabilir. Her yere ‘kök salmış’ ve ‘kendini başka kılıflar altında gizliyor’ olabilir! Onun gibi düşünmemenizi ‘hazmedememesine rağmen’, ‘hazmediyormuş gibi’ davranıyor olabilir! Sizin ‘özgürlüklerinizi, güvenliğinizi’ garanti almaya çalıştığını haykırıyor, ancak arka plânda özgürlük ve güvenliğinizin ‘altını oyuyor’ olabilir! Her türlü şekle girip, aslında tek bir şekli varmış gibi davranabilir! Bu zihniyeti tanımak için çok dikkatli olmalıyız. Tanıdıkça ve karşı çıktıkça ondan kurtulmayı başarabiliriz. Belki de bu yolla ‘gerçekten özgür ve güvende olduğumuz’ bir dünyada ve Türkiye’de yaşamayı başarabiliriz...