Sabaha karşı beşte kalkıp, gündüz gece ile yer değiştirmeye başladığında yola çıktım... Varmam gereken yer mi önemliydi yoksa yol mu diye düşünürken yol boyu, aslında orada görmem gereken kişinin önemli olduğunu anladım; çünkü bu kişi benim daha iyi biri olmamın yegane sebebiydi ve Bigalı'ydı.

Şimdi size biraz Biga’dan bahsedeceğim, becerebildiğim kadarı ile tabi... Bu yazıyı yazarken hep arka fonda Vivaldi çaldı. Biga’da bir çay bahçesinde otururken ya da bir cafede hep Vivaldi’den parçalar dinledim. Öyle denk geldi ya da bilerek yaptım, bilmiyorum. Vivaldi demek, Biga demek benim için...

Yazdım dedim, çünkü yazmak unutmaktır. O yüzden 'di'li Geçmiş zaman kipi kullandım. Olup bitmiştir olan. Yazmak unutmaktır yazan için, okuyan için ise öğrenmek ya da hatırlamaya doğru evrilir... Unutma beni Biga... Unutama...

Biga, bu küçük sayfa ve sınırlı sayıdaki alfabeler ile anlatılabilir mi?

Bilmiyorum. Zaten ne kadar biliyorum ki bu şehri? Sonuçta tüm hayatımı düşündüğümde yüzde 3’lük bir zaman dilimini kapsamaz benim için. Ne kadar daha yaşayacağım bilmiyorum bu hayatı; ama kalan kısmını Biga’da yaşayacağım kesin...

Balıklıkayanın eteklerine kurulmuş, tepenin eteğine serpilmiş birbirine çok yakın çiçekler misali evleri, evlerinin yakınlığı ve sokakların eğimi nedeni ile Beyoğlu’nun daha önce orada olduğunu bilmediğiniz bir mahallesinde geziyormuş hissi uyandıran sokakları ile size biraz tanıdık gelir burası. Ama 'ben düşündüğün yere benzemem' de der ara sıra çıkmaz bir sokağa girdiğinde ya da birden nasıl olduğunu anlamadan bir sokaktan Büyük İskender’in kenarında savaştığı Kocabaş Çayı'na indiğinizde. İlçe merkezinin denize kıyısı yoktur ama istese koca Karabiga’yı denizi ile birlikte yanına çekecekmiş gibi heybetli görünür size. Şehir, sanki Bursa’yı Balıkesir’i dışlamış gibi Çanakkale üzerinden gelinen yolu almış Çan’a taşımıştır. Kimseyi istemez kendisine ait olmayandan başka, ne insanı, ne dağı, ne bayırı... Şehir neredeyse tek cadde üzerinde kuruludur. Yeni gelişen diğer yerler sanki ona ait değilmiş görünür size...

Yazın Adana’da pamuk işlerini görürsün sanki, öyle Akdeniz’dir hava. Kışın sanki harita yükselip Karadeniz olur, bol yağmur, bol nem... O yüzden Marmara’ya koyamaz kendini, (siyasi haritada koysalar bile) ne de başka bir bölge’ ye... Biga bölgesi desek ve böyle bir coğrafi tanım yapsak yeridir. Hep farklıdır Biga. Yarımadanın eğimine göre ters yöne akar Kocabaş Çayı... Bir tanrıdan almıştır adını (Priapos). Ondandır bu başına buyrukluğu belki de şehrin. Eskiden çok şarap üretilirmiş Biga’da. Taşı, toprağı o yüzden yıllandıkça güzelleşir sanki, insanı yaş aldıkça...

Kaynaklarından Pegasus’u doğurmuş bu şehir, sanatçıların hayal gücünü besler ve ozanlara ilham verir derler. Boğaları ile ünlü derler bir rivayete göre. Gücü ve kudreti bu yüzdendir belki. Çünkü bu toprakların insanı yoktan var eder sanki, var olanı güzelleştirir.

99182bec-11ee-47b2-b8e8-cb31f2fb62bc

Lapseki'ye kaçmak zorunda kalan Anaxagoras’a komşuluk yapmıştır bu şehir. Bilemeyiz ama ölene kadar Lapseki’de yaşamış olan bu büyük düşünür, belki de Biga’yı ziyaret etmiş, şehrin serin gözelerinden çıkan sularda dinlenirken düşüncelerini şekillendirmiş, Pegasus’un kanatlarından ilham almıştır.

Ve Anaximenes, Büyük İskender’in tarihçisi olarak Biga Çayı'nda savaşa şahitlik etmiştir. Ne kadar çok tarihe tanıklık etmiştir bu şehir... Ne kadar tarih olmuştur, kim bilebilir?

Büyük bir girdap yaratır içinizde Biga. Kapıldınız mı, bir daha asla çıkmazsınız içinden. Çıkmak da istemezsiniz.

Doğduğumuz gün bizimle birlikte doğan, sonradan bir şekilde kaybettiğimiz merak ve öğrenme duygusunu hatırlatır bize Biga. Onu öğrendikçe daha çok öğrenmek istersiniz, sevdikçe daha çok sevmek... O sizi sever mi? Kim bilebilir ki sevildiğini... Seven bilir sadece ne kadar sevdiğini.

Biraz güzelleme yapmış gibi oldum şimdiye kadar; yetmez ya. Yine de burada keselim. Şiirselliği bir tarafa koyalım, tabi koyabilirsek.

Tektotik çöküntü ovalarının özelliklerini taşır, bir çok fay hattı geçer, depremler yaratır hem bölgede hem de insanın içinde... Kuzeydoğudan esen poyrazı ile ünlüdür... Poyraz demişken; Biga’nın ülkemize sağladığı ekonomik katkıları çok önemlidir ama siyasilerimiz önem vermezler Biga’ya. Sonuçta çalışanı kim sever... Kimse sevmez. Biat eden önemlidir onlar için. Ama poyrazı ile ünlü dedik ya; içine işlemiştir Bigalıların poyraz rüzgarı. Fena patlar, ona saygısızca davranın üstüne.

Biga ruhu diye bir şey var bence. Önce bunu anlamalı. Fiziki olarak Biga’da bulunmanız bir şey katmaz size. Ruhunu anlamanız lazım. O zaman sizi buyur eder şehir içine. Tostçu Metin selam verir size elinde salçalı bir toski ile. Ali abi bir çay getirir. Kahveci Seda sade bir kahve yapar. Sabahlar böyle başlar... Koskoca Biga Çayı Ovası size 'günaydın' der.

Günaydınnnnn. Günaydınnnnn...

Sabah erken saatlerde Biga sokakları çok güzeldir. İşiniz olmasa saatlerce, heyecanla ve istekle yürüyebilirsiniz. Her yürüyüş sonrası burayı daha çok seversiniz. Toz kokan sararmış kitaplarla dolu kütüphanesini, insanların mutlu ve telaşlı hallerini, herhangi bir dükkana ilk siz giriyorsanız (adettendir bozuk para atılır) hava uçurduğunuz bozuk paraları, bazılarının paraların sesi ile o an uyanmasını, simitçilerin önündeki kalabalığı, eski çilingir dükkanlarının 50 sene önce nasılsa öyle kalan eski kokusunu, insanların uykuda konuşamadıkları için konuşamadıkları süreyi bir konuşma açlığı içerisinde sürekli konuşmaları ile kapatmaya çalışmalarını seversiniz.

Küçük bir Türkiye bu şehir. Sanki Türkiye'yi cebimizde unutmuşuz, annemiz yıkamış, çekmiş Türkiye, Biga olmuş. O kadar hayatın içindedir ki bu şehrin insanları; onların alçakgönüllüğünü, neşeyle 'be ya' demelerini, küçücük şehirde bir yere gitmek için yol sorduğunuzda orası uzak demelerini, bazı sokaklardaki Biga köftesi kokusunu seversiniz...

Yorgun sokakların, yaşlı binalarının dökülen boya ve sıvalarını seversiniz. Öyle tanıdık gelir ki size insanları, insanları seversiniz... Bir de köpekleri seversiniz, sanki bütün cins köpekler Biga’da üretilmiş ve dünyaya yayılmış hissi kaplar içinizi... O kadar farklı cins köpek nasıl gelmiş buraya anlayamazsınız.

Bütün dükkanlar sanki o eski Cumhuriyet dönemindeki filmlerden çıkmış gibidir. Nalburesinden, kasabına, fotoğrafçı dükkanına... Tabi ki, arada modern mağazalar da görürsünüz, İstanbul’da bile göremeyeceğiz tarzda... Sanki Paris Biga’nın içinde bir semtmiş havası olan mağazalar... Yüksek tavanlı Harbolar dükkanından içeri girdiğimde her şeye büyülenerek baktığımı itiraf etmeliyim. Sanki zamanda yolculuk yapıp, 1960’lardan kalma bir dükkana girmiş hissi ile naif bir hüzünle, çocuksu bir mutluluk arasında gidip gelmiştim.

Aslında enerji üretim tesisleri, Donkişot’u olamayan rüzgar türbinleri, modern mobilya ve vitrifiye fabrikaları ile bir yandan modern dünyanın göbeğinde olup, diğer taraftan kenarda kalıp eskiyi içinde barındıran bu şehri seviyor, kendimi buranın bir parçası gibi hissediyorum.

O kadar alıştım ki buraya, İstanbul’da biraz fazla kaldığımda, bu sokakların, bu evlerin, bu insanların beni unutacağı endişesi ile korkuyorum.

Ne gibi fikirleri oluşturdum aklınızda, bilmiyorum. Fikirler çoğu zaman soyut olabilir. Beni anlamak ve somut bir edinim için Biga'ya mutlaka uğramanızı isterim; kendisi, yaşam ve insanlık doludur...

Yolunuz bir gün Biga’ya düşerse, gelin kahve içelim. Bir de benim gözümden görün isterim burayı. Anlatmak isterim size tüm güçlü tanrıçaların lanetini üzerine çekmek pahasına. Helen’ine sonsuz bir aşk ve bir şehir veren Paris’i...

Zaten hayat her güçlüğe rağmen özgürce sevdiğin insanla yaşayabilmek, yaşadığın yeri güzelleştirmek değil midir...

Bol okumalı günler...