Gözetimin gözetledikleri - 2

“Koronavirüs ve teknolojik oyuncaklar“ başlıklı yazımla gözetim meselesine kısa bir giriş yapmıştım. Tam anlamıyla bir giriş yapabilmek için günümüzden yaklaşık 350 yıl öncesine, 1657 yılına gitmem gerekiyor. Tarihte geriye gitmem de yetmiyor, bir de ülke değiştirmem gerekiyor. Fransa’ya gitmem gerekiyor. Umarım çabuk geri dönebilirim. 

Zamandan ve mekândan bu kadar uzaklaşmamın tek bir sebebi var. O sebep, gözetim meselesi söz konusu olduğunda ilk akla isimlerden birinin Fransız filozof Michel Foucault olması. Foucault, 1657 yılında kendisinin “Büyük Kapatılma“ adını verdiği bir olayın gerçekleştiğini söyler.  Foucault’ya göre, bu olay kapitalizmin ilk dönemlerinde gerçekleşiyor. Paris’te  “Hôpital general (Genel hastane)“ adında bir kurum kuruluyor. İsmine aldanmayın, Foucault buranın bir hastane olmadığını söylüyor. Foucault, buraya işsizlerin, başıboş gezenlerin, toplumda düzeni bozanların, delilerin, kısacası ekonominin gidişatını olumsuz etkileyebilecek herkesin kapatıldığını söylüyor. Kapitalizmin ilk dönemlerinde, yani ticari kapitalizm denilen dönemde, ticaretin ön plânda olduğu bu dönemde işleyişi bozacak herkes tehlikeli olarak kabul edilip  “Genel Hastane“ye kapatılıyor. Yalnız, burada amaç insanları tedavi etmek değil. İnsanlar buraya kapatılıyorlar, aralarında ayrım yapılmadan kapatılıyorlar, sadece kapatılıyorlar. İşte, Foucault’nun “Büyük Kapatılma“ kavramı bu olaya gönderme yapıyor.

Şimdi gelelim başka bir konuya. Foucault’ya göre,  “hepsi birden, ayrım yapılmadan, aynı yere kapatılan“ bu insanlar, 18. yüzyılın sonlarına doğru bulundukları yerlerden çıkartılıp başka yerlere kapatılıyorlar. Elbette başka insanlar da bu “başka yerlere“ kapatılıyorlar, sadece “Büyük Kapatılma’ya maruz kalanlar“ değil.  Ancak, bu kez aralarında ayrım yapılıyor. Bazıları akıl hastanesine kapatılıyorlar. Bazıları okula kapatılıyorlar. Bazıları hapishaneye kapatılıyorlar. Bazıları da işyerlerine kapatılıyorlar. Foucault, insanların “başka yerlere, ayrı ayrı kapatılmalarının“ temel sebebinin “Sanayi Devrimi“nin gerçekleşmesiyle birlikte “Sanayi Kapitalizmi“nin de gelişmeye başlaması olduğunu söylüyor.  Sanayi Kapitalizmi ile birlikte, sermaye sahipleri sermayelerini mallara, atölyelere, fabrikalara yatırıyorlar. Buraların işletilmesi ve buralardan ürün elde edilmesi gerekiyor. Bunun için işçilerin olması gerekiyor. Ancak, burada bir sorun ortaya çıkıyor. Sermayelerini mallara, atölyelere ve fabrikalara yatıran sermaye sahipleri, işçilerin bu yatırımlara zarar vermelerinden endişe duyuyorlar. Bunun için de işçilerin  “sürekli ve titiz bir şekilde“ gözetlenmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Bu “gözetlemenin“ temel amacı da insanların “hem itaatkâr hem de verimli olmalarının“ istenmesi. Foucault, bu temel amacın hayata geçirilebilmesi için temel bir modelin kullanıldığını söylüyor: “Panoptikon“. Peki nedir bu  “Panoptikon“?

"Panopticon, halka biçimli bir binadır, ortasında bir avlu ve avlunun ortasında da bir kule vardır. Halka, hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak, yazı yazmayı öğrenen bir çocuk, çalışan bir işçi, ıslah edilen bir mahkûm, deliliğini yaşayan bir deli vardır. Merkezi kulede bir gözetmen vardır. Her hücre hem içeriye hem dışarıya baktığından gözetmenin bakışı tüm hücreyi kat edebilir; hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak bireyin yaptığı her şey bir gözetmenin bakışına açıktır; bu gözetmen, kendisinin her şeyi görebileceği, buna karşılık kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde, panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur. Bentham'a göre, bu küçük ve harikulade mimari kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir. Panoptikon, aslında, bir toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır; bunlar aslında fiilen gerçekleşmiş olan ütopyadır. Bu tür bir iktidar, panoptizm adını tam olarak alabilir. Panoptizmin egemen olduğu bir toplumda yaşıyoruz.“ (Michel Foucault, Büyük Kapatılma, sayfa 224) 

Panoptikon modeli, İngiliz filozof Jeremy Bentham tarafından 1785 yılında hapishane inşası için hazırlanmış bir modeldir. Foucault’ya göre, “Panoptikon Modeli“ toplumsal yaşamın farklı yerlerinde kullanılmaktadır.  “Tek bir bakışla herkesi görme“, “görülmeden görme“ gibi isimler de verilir bu yönteme. Yukarıdaki fotoğrafta gözetlenen kişi,  “gözetlendiğinin“ farkına varamaz. Bu yüzden, sürekli olarak “gözetleniyormuş gibi“ davranmak zorunda kalır. Hareketlerini buna göre düzenler. Foucault’ya göre, bu model disiplinci toplumun temel mantığıdır. Elbette bu yöntem her zaman kuleden gözetleme biçiminde olmaz. Yukarıdaki model bir hapishane için kullanılmıştır. Bu modelin, insanları bir disiplin sistemi içerisinde  “üretken ve itaatkâr kılmak için“  kullanıldığı söylenebilir.

Mesela, bir iş yerine bakalım. Burada sistem nasıl işler? İş yerinde, herkesin yapması gereken şeyler belirlenmiştir. Herkesin kendine göre çalıştığı bir yeri ve görev tanımı vardır. Herkesin  “yapması ve yapmaması gereken” şeyler vardır. İşe giriş ve çıkış belli saatlere göre yapılır. Ne zaman yemek yenileceği, ne zaman hangi hareketin yapılacağı belirlenmiştir. Genellikle, bu düzenin dışına çıkılmaz, daha doğrusu kolay kolay çıkılamaz.  İnsanlar arasında “ast-üst“ ilişkisi vardır. Birileri emir alır, birileri verir. İşlerini iyi yapanlar terfi ettirilebilir, kötü yapanlar ise cezalandırılabilir. Kişi, iş yerinde olduğu süre içerisinde birileri tarafından  “sürekli olarak gözetlenir“. İşi yapan kişi, gözetlendiğinin farkına varamaz her zaman. Ancak, sürekli olarak onu gözetleyen birisi vardır. Bu kişi, mevki olarak ondan üstte birisi de olabilir, alt rütbeden birisi de olabilir. Alt rütbeden kişi de onun  “işini doğru yapıp yapmadığını“ gözler ve bu kişi ile ilgili gerekli bilgileri gerekli yerlere ulaştırır. “Gözetlenen kişi“ bu “gözetlemelerin“ farkına varırsa, bir süre sonra, “gözetlenmese bile“ işini düzgün bir şekilde yapmak zorunda kalır, “yapmaya çalışmak“ zorunda kalır. Çünkü, “hapishanedeki kuleden gözetlenmeye“ benzemez bu gözetim. Mantık aynı olsa da yöntem farklıdır.

Mesela, bir okula bakalım. Okulda da giriş ve çıkış saatleri bellidir. Ders araları bellidir. Derse kimin gireceği, derste neler işleneceği bellidir. Derste nasıl durulması gerektiği, hocanın nerede oturacağı, öğrencilerin neler yapacağı bellidir. Öğretmen, sürekli olarak öğrencilere “nasıl davranmaları gerektiğini“ hatırlatır. Öğretmenin yeri sabittir. Oturduğu yerden bütün sınıfı görür. Bazen kalkar ve sınıfta gezer. Ancak, öğrenciler onu her zaman göremezler. Mesela, öğretmen öğrencilere yazı yazmalarını söylediğinde, öğrencilerin başları öne doğru eğik olduğu için öğretmeni göremezler ama öğretmen öğrencileri görmeye devam eder. Özellikle ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrencilerin nasıl giyineceği de bellidir. Kimin iyi, kimin kötü olduğu; kimin “normal“, kimin “anormal“ olduğu öğretmenlerin kanaatine bağlıdır. Öğretmenin söylediği şeyler yapılmazsa sınıf geçmek bir hayale dönüşebilir. Söylenen şeylere “itaat edilmezse“, sonuçlara katlanılmak zorunda kalınılır.

Aslında bu söylediklerim sadece iş yeri ve okulda gerçekleşmez. Toplumsal hayatın her yerinde gerçekleşir. Hastanede, hapishanede, okulda, evde, yaşanılan şehirde... Bunları herkes biliyor. Mesela, yaşanılan şehir! Dışarı çıktığımız zaman, etrafımızın beton yığını ile kaplı olduğunu görüyoruz. Çoğu zaman “Ben buradan gitmek istiyorum“diyemiyoruz. Gidilecek yollar belli. Tabelalar belli. Söküp atamıyoruz tabelaları. Mesela, aracımızla istediğimiz hızla gidemiyoruz. Mesela, “çimlere basmamamız gerektiği“ söyleniyor bize. Çünkü şehri plânlayan biz değiliz. Şehir plânına göre, düzenine göre hareket etmezsek sonuçlarına katlanıyoruz. Sürekli olarak gözetleniyoruz. “Gözetlenmesek bile“ gözetleniyormuşuz gibi davranıyoruz! Bir kutunun içinden yukarıya doğru tırmanmaya çalışan yavru kediler gibiyiz. Aslında insanlar,  “her şeyin ne zaman, nasıl, nerede yapılacağının belirlenmiş olmasını“ sorun olarak görmüyorlar çoğu zaman. “Düzensizlik düzen olsa daha mı iyi olur?“ diyorlar. “Düzen iyidir“ diyorlar. Bu konu hakkında söylenecek çok şey var ama asıl mesele bu yaptığımız şeyler değil.  Asıl mesele,  “bu yaptığımız her şeyi normal kabul etmemiz“,  “bunlara aykırı harekete edenleri dışlama eğilimine girmemiz“, “insanların gözetlenmesini normal kabul etmemiz“ ve buna benzer daha birçok şey...

Yalnız bir dakika! Bu yazıda büyük bir eksik var. İnsanların gözetlendiğini söyledim ama bir şeyleri atladım. Bu gözetleme,  “Panoptikon Modeli“nin hapishanede uygulanmasına benzer şekilde, yani “sabit bir şekilde, sabit bir yerden“ gerçekleşemez ki her zaman! Teknolojik aletlerle gözetleme eksik bu yazıda. Neyse, onu da bir sonraki yazıda yazarım o zaman...