Neredeyse bütün insanların “bir şeylere sahip olma isteğiyle” yanıp tutuştuğu ve sahip olduğu şeyler ne kadar çok olursa o kadar mutlu ve huzurlu olacakmış gibi hissettiği bir çağdayız. “Sahip olmak” kavramını duyduğumuzda hemen mal ve mülk gibi şeyler gelir aklımıza. Ancak, günümüzde bu kavramın kullanım alanı oldukça genişlemiş durumdadır.

Bir şeylere sahip olmakla övünen insanların ağızlarından genellikle aynı cümlelerin döküldüğünü görürüz. “Çok param var.”, “Geniş bir çevreye sahibim.”,  “Bu konuda bir fikrim var.”, “Bu konuda kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar güce sahibim.” ve “Ülke çapında büyük bir şöhrete sahibim.” gibi cümleler bunların en başında gelir. Dikkat ederseniz, bu cümlelerin içerisinde gerçekten de herkesin az ya da çok sahip olabileceği şeylerin olduğunu görürsünüz. Ancak, içlerinde “bildiğimiz anlamda” sahip olamayacağımız şeyler de vardır. Mesela “Bu konuda bir fikrim var.” demek, aslında “Ben bu konuda böyle düşünüyorum.” demektir. Bu cümleden, sanki bizim dışımızda bir bilgi var da biz o bilgiyi o yerden alıp zihnimize sokmuşuz gibi bir anlam çıkmaktadır. Yaptığımız şeyden “sahip olduğumuz şey gibi” bahsetmişiz burada. Yani burada bilgiye bir “mal” gibi yaklaşıldığını görüyoruz. Halbuki burada işi yapan biziz. Bir fikri düşünerek üreten ve onu kullanıma hazır hale getiren bizim zihnimiz. Biz kendi zihnimizin meziyetlerini küçümser gibi bir tavır takınmışız gibi burada. Bu şekilde düşünmemizin ve düşüncelerimizi bu şekilde ifade  etmemizin temel sebebi, günümüzde her şeyin ekonomiden etkilenmesi gibi kullandığımız dilin ve bütün benliğimizin de ekonomik koşullar tarafından etkilenmesidir aslında.

Sahip olma isteğiyle o kadar çok yanıp tutuşuyoruz ki, bizimle ilgili olan neredeyse her şeyi “bir mala sahip olma” mantığıyla yorumlamaya başladık. Aslında bir şeylere sahip olmayı bu kadar arzulamamızın temelinde “güç sahibi olma” isteği yatıyor. Ne kadar çok şeye sahip olursak o kadar güçlü ve dolayısıyla “dokunulamaz ve yenilemez olacağımızı” düşünüyoruz. Paraya, iş ve arkadaş çevresine, şöhrete, statüye ve bilgiye ne kadar çok sahip olursak ve sahip olduklarımızı ne kadar “uzun süre elimizde tutmayı başarırsak” o kadar güçlü olacağımızı düşünüyoruz. Bunlara ne kadar az sahip olursak da toplum nezdinde değerimizin o kadar düşeceğini düşünüyoruz. (Güç meselesine “Güçsüz olmaya gücü yetmeyenler” adlı yazımda daha önce değinmiştim.)

Günümüz kapitalist kültürü, insanlara hem bir şeylere sahip olmayı “çılgınca arzulamalarını” hem de sahip olunacak şeylere “sahip olma yöntemlerini” dikte ediyor. Kapitalist kültürün insanların sahip olmaya çılgınca bir arzu duymaları için “nesneleştirmediği” neredeyse hiçbir şey kalmadı artık! Neredeyse her şeyi para ile satın alınabilir bir nesne haline getirdi! Her şeyi bir mal ve değiş-tokuş aracı olarak görmemiz için de elinden gelen her şeyi yapmaya devam ediyor! Çok sayıda insan bir şeylere sahip olmak için yanıp tutuştukça insanlar arasındaki dayanışma, saygı, sevgi ve hoşgörü bağları da gitgide zayıflıyor!

Günümüz şartlarında bir şeylere sahip olmak isteyen, ancak sahip olduklarıyla “yetinmek istemeyen insanlar” ister istemez diğer insanları kendisine bir rakip ve tehdit olarak görecektir. Sanki etrafındaki en yakınları da dahil  olmak üzere herkes onun düşmanı gibidir onun zihninde. Bir şeylerin “çok olmasını ve azalmamasını isteyen” herkes, birbiriyle kıyasıya bir rekabet içerisine girmek zorunda  kalacaktır. Bu insanlar; birbiriyle bir  şeyleri paylaşmayı tercih etmek yerine birbirinin hakkını gasp etmek, sahip olmak istedikleri şeyden diğerini uzak tutmak için her türlü yönteme başvurmak ve bencil olmak zorundadır.  Bu meselede en tehlikeli nokta, “güç yarışında” varlık gösterebilmek için “insanların arasında düşmanlık yaratma ihtimali bulunan her türlü davranışa, piyasanın ve toplumun kurallarına uymanın” meşru görülmesidir. Toplumda yaşayan insanların birbirlerine düşmanlık hisleri beslemesinden, birbirlerini “devre dışı bırakmak için her türlü yönteme başvurmayı meşru görmesinden” çok daha önemli bir mesele daha vardır aslında. İnsan, böyle bir kültür içerisinde sadece toplumdan uzaklaşmakla kalmaz; bizzat kendisinden uzaklaşmaya, kendisine düşmanlık etmeye ve kendisine “yabancılaşmaya” başlar. Güç sahibi olma isteği ne kadar artarsa kendisine yabancılaşma seviyesi o kadar yükselir.

Çok paraya sahip olan insan, bir süre sonra “paranın gücünü kendi gücü sanmaya başlayarak” kendisine  yabancılaşma sürecinde bayağı bir mesafe almış olur aslında. Parası olmasa kendisine saygı duymayacak, daha doğrusu “duyarmış gibi yapmaya bile ihtiyaç duymayacak” ve onun yanında bulunmayacak insanların “büyük saygı gösterilerini” sanki kendisinden kaynaklanıyormuş  gibi algılamaya başladıktan sonra aslında geri dönülmesi çok zor olan karanlık bir tünele girmiş olur. Bu andan itibaren, insanların kendisine oynadıkları “hürmet ve ilgi oyununun” bitmemesi için bizzat kendisiyle düşmanlık yarışına tutuşacaktır. İçinde bir şeylerin yanlış gittiğini “kendisine hatırlatmaya  çalışan iç sesini”  bastırmak için elinden gelen her şeyi yapmaya başlayacaktır. Parası arttıkça şöhreti, şöhreti arttıkça da gücü artıyormuş gibi hissedecektir. Parasının, şöhretinin ve dolayısıyla gücünün de arttığını gördükçe “kendisi olmaktan nefret etmeye” başlayacaktır. Şimdiye kadar “bir şeyleri yanlış yaptığı için değerinin bilinmediğini”, artık doğru yolu bulduğunu ve bu yoldan ayrılmanın çılgınlık olacağını düşünmeye başlayacaktır.

“Doğru olduğunu düşündüğü yolda” emin adımlarla ilerlerken çok daha fazla saygıya ve şöhrete layık olduğunu düşündüğü bir noktaya gelecektir. Çünkü, geldiği noktadan daha aşağı bir  noktaya düşmek onun için ölümle eşdeğer bir anlam kazanmıştır. “Aşağı inmek için fazla yukarı çıkmıştır.” Bu noktada  piyasanın ve toplumun isteklerine tamamen teslim olmuştur. Artık bulunduğu noktadan aşağı düşmemek için “aslında kendisinde olmayan özellikler kendisinde varmış gibi davranmanın kendisini bir  yerlere getirmeye yaradığını” gören bu kişi, bu özelliklerin kendisinde bulunduğuna gerçekten inanmaya başlamıştır. Kendisine “yeni bir gerçeklik” inşa etmiştir! “Kendine yabancılaşan bu benlik”, dünyayı da iyiden iyiye çarpık bir şekilde algılamaya başlamıştır. Artık olduğu gibi değil de “olduğuna inandığı gibi” davranmaya başlamıştır. “Sahip olduğu şeyler ona sahip olmuştur” çoktan! Olduğuna inandığı kişiyi olabildiğince çok insana duyurmayı çılgınca arzulamaya başlamıştır. Kendisinde olduğuna inandığı özellikleri toplum nezdinde de kabul ettirmek ve onlardan “gerçekten öyle biri olduğu konusunda gereken desteği alabilmek için” bir “imaj” yaratması gerekecektir. Artık gerçekten öyle olduğuna inanmak da ona yetmemeye başlamış, başkalarının da ona “gerçekten  öyle  olduğunu söylemelerine ihtiyaç duymaya” başlamıştır. (Bunun sosyal medya mecrasında nasıl yapıldığına “Devasa bir dev aynası: Sosyal medya” adlı yazımda değinmiştim.)

Yabancılaşmanın bu evresinde “kendi sahte gerçekliğini” de aşan bu kişi, “toplumun onayına tamamen bağımlı” hale gelmiştir. Sahte gerçekliğine sahtelik katacak karar makamı artık toplum olmuştur. Ona şöhret kazandıracak da onun şöhretini elinden alacak da toplum olmuştur. Şöhreti azalınca imajı sarsılacak, imajı sarsılınca iş ve arkadaş çevresi daralacak, en sonunda da parası azalmaya başlayacak ve toplumun onayına muhtaç olan bu kişi “sahip olduğu sahiplerine” tekrar sahip olmak için her türlü yolu denemeye razı olacaktır! Aslında sahip olduğu güce ulaşmak için topluma düşmanlık eden, etmek zorunda olan ve onların önünü kesmek için her türlü yolu mübah gören bu kişi, şimdi toplumun fertlerinden “sahte bir saygı” dilenecek noktaya gelmiştir. Bulunduğu noktada kalması kendisinden aşağıda gördüğü toplumun fertlerinin yaptıklarına sıkı sıkıya bağlanmıştır. Kişiliğini pazara çıkarmıştır ve alıcı bulması için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdır. Artık istese de istediği gibi davranamayacaktır.

Bulunduğu yere hak etmeden gelen, “birileri tarafından bulundukları koltuklara oturtulan” ve “oturdukları koltuğun gücünü kendi güçleri sanan statü düşkünleri” için de aynı durum geçerlidir. Onlar, bulundukları mevkiden dolayı kendilerine  gösterilen ve “gösterilmek zorunda  olunan saygının” kendi şahsiyetlerinden kaynaklandığını düşünürler. Kendilerine ve topluma “yabancılaşmaları” öyle bir dereceye gelmiştir ki, kendilerinde olmayan “yetkinliklerin” aslında kendilerinde bulunduğunu “zannetmeye” başlamışlardır. Bu zannetmenin verdiği sahte  bir güvenle, toplumun fertlerini kendilerinden aşağıda görmeye ve sanki toplum onlara muhtaçmış gibi düşünmeye başlamışlardır. Halbuki çok parası olduğu için “kendisini ilah mertebesine çıkartacak kadar kendisine yabancılaşmış” kişilerle statü düşkünlerinin kaderi aynıdır. Genelde bu tip kişiler hep statü, para, güç, şöhret ve imaj gibi şeylerin peşinde koşarlar. Bulundukları konumdan aşağı inmek onlara “dünyanın sonu gelmiş gibi” hissettireceği için onlar da bulundukları konumun “gerektirdiği rolleri” oynamak zorunda kalırlar. “Her şeyi kontrol etmek” zorunda hissederler. Ölümden de belki de bu yüzden çok korkarlar. Çünkü öldükten sonra bir şeyleri kontrol edemeyeceklerini bilirler. Öldükten sonra bile “kendileri hakkındaki imaj sarsılmasın diye” yapmadıkları şey kalmaz belki de!  “Kalabalık bir cenaze töreninin olmasının” kendisini temize çıkması için yeterli olduğunu düşünüyor da olabilirler!

Toplum nezdinde “muteber olmayı çeşitli yollarla başaran” bu tip insanlar, “sıradan olduğunu düşündüğü insanlar gibi” davranamazlar. Mesela son model bir arabaya biniyorlarsa, lüks bir villada oturuyorlarsa ya da pahalı elbiseleri giyiyorlarsa “bunlardan daha az kaliteli ya da daha ucuz ürünler” kullanmaktan ve “kullandıklarının toplum tarafından duyulmasından” çılgınca bir korku duyarlar! “Sahip oldukları sahipleri” onların davranışlarını sımsıkı denetler. Eski yaşantılarına dönmek isteseler bile bunu başarmak imkânsız denilecek kadar zordur. Çünkü eskiden zaten değersiz  olduğunu  düşünen bir insan, “sahte de olsa değer gördüğünü düşündüğü” bu durumdan eski haline geri döndüğünde “eskisinden de değersiz hissedeceğini” bilir! Çünkü, eskiden değersiz hissettiğini kendisi ve belki de yakın çevresi biliyordu ama artık toplumun çoğunluğu bilecektir! Çünkü bütün değerini “sahip olmak üzerine” kurmuştu!

Kendisini değersiz hisseden ve “saygıya değer” kavramını çarpık bir şekilde algılayan toplumun fertlerinden diğerlerinin de bu tip insanların sahip olduğu “sahte ihtişamı” gördüklerini, bu ihtişama sahip olmak istediklerini bir düşünün! Saygıya değer bir insan olduğu konusunda onayı “kendi benliğinden almayan” çoğu insanın bu sahte ihtişamın büyüsüne kapılması hiç de zor değildir! Sahte bir değer görmeyi hiç değer görmemeye tercih edeceklerdir! Zaten toplumumuzdaki insanlara baktığımızda buna benzer bir durum görmüyor muyuz? Sorun sadece para, şöhret, statü gibi şeylerde kendini göstermiyor. Sevgi, aşk ve arkadaşlık gibi kavramlar söz konusu olduğunda  da benzer bir yaklaşıma sahip olduğunu görüyoruz insanların.

İnsanlar aşk meselesi söz konusu olduğunda da meseleye sahiplik bağlamında yaklaşıyor. Sevdikleri kişileri de “nesneleştiriyorlar”. “Sen olmadan yapamam!”, “En çok istediğim şey sensin.”  ve “Beni sensiz bırakma!” gibi söylemler her ne kadar karşı tarafı ne kadar sevdiğimizin göstergesi olan sözler gibi gözükseler ve kulağa hoş gelseler de, bunları söyleyen kişinin kendine yabancılaşma olasılığı yüksek bir kişi olduğunu da bize gösterir aslında. Bir şeye çılgınca bağlanmak ve o olmadan “hayatın tamamen anlamını kaybedeceğini düşünmek” mantıklı değildir. Biz, gücü kendi içimizden aldığımız sürece gerçekten güçlüyüzdür. Kendi değerimizi kendimiz belirlediğimiz ve yaptıklarımızı veya yapamadıklarımızı adaletli bir  şekilde kendi içimizde değerlendirme becerisini kazandığımız oranda güçlüyüzdür. Birilerinin bizimle ilgili sözlerini, değerlendirmelerini dikkate almak ve bize bir şey katma ihtimali gördüklerimizi uygulamak ile sürekli başkalarının söylediklerine ve onayına muhtaç bir şekilde yaşamak farklı şeylerdir.

Kendilerinin değerli olup olmadıklarına karar verme noktasında başkalarının düşüncelerine bağımlı olan kişiler, sürekli olarak hayatlarında çok sayıda insan bulunmasını isterler. Arkadaş ya da sevgili fark etmeksizin birileri sürekli bize değerli olduğumuzu hissettiriyorsa ama çevremizdeki insan sayısı azaldığında kendimizi değersiz ve yetersiz hissediyorsak “kendimize yabancılaşıyoruz” demektir! Bu demek değildir ki toplumdan uzak durunca daha değerli hissedeceğiz. Mesele bu değil. Mesele, insanlarla ilişki kurdukça “kendimizle olan ilişkimizin” bozulmamasıdır. Kendimizin “gerçekte ne olduğumuzu” tespit edebilmek için kendimizi olabildiğince farklı becerilerle donatmalıyız ki insanların sözlerine ya da davranışlarına bakarak kendi değerimizin arttığını veya azaldığını düşünmeyi bırakabilelim. Eğer bunu başaramazsak hepsi birbirine benzeyen ve yaptıkları şeyleri gerçekten yapmak isteyip istemediklerinin farkına varmakta zorlanan, bu yüzden diğerleri ne yapıyorsa onu yapmaya eğilimli olan “tektipleşmiş bir toplum” haline geliriz. Bu meseleyi de sonraki yazıda konuşalım…

* Bu yazıyı yazarken Erich Fromm’un “Sahip olmak ya da olmak” ve “İnsan olmak üzerine” adlı eserlerinden yararlandım.