KUPÜRLERDEN YANSIYANLAR

Biga Ortaokulu, 1933’te, şimdiki Dumlupınar İlkokulunun yerinde eğitime başlamış, 1936’da Osmanlı döneminde Numune Mektebi olarak yapılan, bizim kuşağın Osman Gazi İlkokulu olarak hatırladığı binaya geçmiş.

Ortaokul, 1956 yılında şimdi bulunduğu yere taşınmış. Yani bugünlerde yıkımı ile gündeme gelen binaların ilki bu yıl eğitime başlamış. Bu arada 1965 tarihinde yayınlanan okul gazetesi Liseli’den öğrendiğimize göre ortaokulun bulunduğu bölgenin adı Köşklü Bağ imiş.

Sözü edilen Köşklü Bağ’ı ben ilk kez bu gazetede okudum. Bilen ya da duyan varsa ve paylaşırsa çok sevinirim.

***

Neyse, gelelim hatıralara…

Ben Biga Ortaokuluna 1977 yılında başladım. İlkokulu Dumlupınar’da okumuştum. Rahmetli öğretmenimiz Abdurrahman Erden, pek dövmezdi. Sanırım bir kere, üçüncü sınıfta tokadını yemiştim. Önce iki aldığım matematik dersinden çok çalışıp beş alınca bir tokat atmıştı. İki aldığımda değil, beş aldığımda... Madem çalışınca oluyor, niye çalışmıyorsun, dercesine…

Ortaokula gelince ise bir korku atmosferinde buldum kendimi. Biga Lisesinin, kimi müdürlük de yapan meşhur dayakçı öğretmenleri hakkında anlatılanlar, on bir yaşında ve dayak konusunda deneyimi az bir çocuğun uykularını kaçıracak cinstendi.

***

O yıllar İngilizce, en çok rağbet gören lisandı. Tabii öğretmen sayısı sınırlı olduğundan herkesin yabancı dili İngilizce olamıyordu. Bu nedenle, adaletsizliğin ilk tohumlarını yüreğimize atan “torpil” kavramıyla genellikle bu aşamada tanışıyorduk.

O yıllarda Fransızca öğretmeni kadrosu daha çok olduğundan genelimiz Fransızca sınıflarına kaydoluyor, torpili olan İngilizce sınıfına geçiyordu. Ancak İngilizce sınıfına geçmek, İngilizce öğreneceğiniz anlamına gelmiyordu. Çünkü yeterli İngilizce öğretmeni yoktu.

Bu nedenle torpille İngilizce sınıfına geçenlere diğer derslerin öğretmenleri geliyor ve tabii bu dili öğrenemiyorduk. Hatta Biga Endüstri Meslek Lisesinde okurken, Hollanda’da din görevlisi olarak görev yaptığı için İngilizce bileceği varsayılan zamanın Biga Müftüsü dersimize girmiş, bazı pratik dini bilgiler dışında ondan da bir şey öğrenememiştik.

***

Ortaokula başladığımız ilk günlerde korkunç bir şey oldu ve dayakçı öğretmen efsaneleriyle endişeye gark olmuş zavallılardan oluşan sınıfımızın İngilizce dersine, dayakçıların en meşhuru ve en acımasızı, uzun boyu ve hafif kamburuyla, inceden yaylanarak ve de tehditkâr bakışlarıyla girdi…

Üstelik kapıyı da kapattı...

Ayağa kalkmış, mutlak bir sükûnetle olacakları bekliyorduk.

“Oturun” dedi sertçe…

“İngilizce öğretmeniniz olmadığı için ben geldim” diye de ekledi…

“Ben geldim…” Kulaklarım uğuldarken, “Acaba bu gün için mi geldi, yoksa ilelebet mi bizimle kalacak” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Brown ailesinin, 32 kısım tekmili birden maceralarının yer aldığı İngilizce kitabımızı açmamızı söyledi. Biz, titreyen ellerimiz ve pıt pıt atan yüreklerimizle kitabı açmaya çalışırken, derse geç kalmış bahtsız bir zavallı, sınıfın kapısını araladı ve o meşum şahsiyetle göz göze geldi. Zavallı çocuk, kendini anında Kemalettin Tuğcu karakterleriyle bağdaştırarak, Küçük Emrah’ın yegâne bakışını takınıp öylece kalakaldı.

Kapıyı kapatıp koridor boyunca, şeytandan kaçan mümin gibi koşması gerektiğini fark ettiğinde çok geçti…

Dayakçıların şahı, zavallıyı içeri buyur etmişti…

Kedi görmüş serçe tedirginliğiyle sınıfa giren zavallının, geçen yıl sınıfta kaldığını ve buna rağmen geç gelme aymazlığında ısrar ettiğini, yerinden kalkıp, zavallıya yönelen meşum kişiden öğrendiğimizde minik yüreklerimiz daha da telaşla çarpmaya başladı.

Dayakçı mel’un lafı fazla uzatmadı, on iki yaşındaki çocuğa öyle sert bir tokat attı ki, zavallının kırılan dişi, kara tahtaya kafasından önce ulaştı. Ardından iki tokat daha geldi. Sahneye dayanamayıp gözlerini kapatan ve ilkokuldan sonra, Kur’an kursuna gitmek yerine bu meş’um okula geldiklerine bin pişman ön sıralardaki kızlar şu sesleri duydu:

“Çat!

Tık…

Küt!

Çat ve çat!...”

İlk “çat”, ilk tokadın sesiydi.

“Tık”, mağdurun kırılan ve ses hızıyla kara tahtaya ulaşan dişinin; “küt” ise zavallının pişmanlıklar içindeki başının tahtada çıkardığı sesti…

Sonraki iki “çat” ise son iki tokadın sesleri…

***

On bir yaşın her türlü şüpheden ârî imanıyla, bizi o melundan kurtarabilecek yegâne makama, cenabı Allah’a o günkü kadar samimiyet ve teslimiyetle yakardığımı hatırlamıyorum.   

Sonrası çok net değil.  Dayak yiyen zavallı derse katıldı mı yoksa bir tekmeyle dışarı dehlendi mi? Kaç ders İngilizce vardı? Hatırlamıyorum. Ama bildiğim, ismi lazım olmayan o şahsın, bizim sınıfa bir daha gelmemesine rağmen, İngilizce ile arama aşılmaz bir bariyer inşa etmeyi başardığıdır...

1970’ler, çırak verildiğimiz ustalara da, öğretmenlere de babalarımızın “Eti senin, kemiği benim” dedikleri yıllardı. Eğitimde dayak sıradan bir uygulamaydı. Bu nedenle bu olayı evde anlatmak aklımın ucundan bile geçmedi.

***

1930’lu yılların hatıralarından öğrendiğimize göre ise dayak sıradan değil vazgeçilmezmiş…

Kocabaş Çayı adlı gazetede 1967 yılında yayınlanan hatırayı okuyunca, o yıllara ait bir dayak hatırası anlatılıyorsa, dayak olduğu için değil, ilginç bir dayak olduğu için anlatılırmış dile düşündüm.  

Asıl adı gerçekten Şevşet mi yoksa Şevket adının tashihle aldığı hal midir bilmem, Şevşet Ertuğrul tarafından kaleme alınan yazı, bu intibaı uyandırıyor. Çünkü Şevşet Bey, önce biri dayak olan iki hatıra anlatmış, sonra da bunları “tatlı hatıra” olarak tanımlamış.

Yazının yayınlandığı gazete Ankara’daki Bigalılar Derneği tarafından yayınlanmış. İşte Kocabaş Çayı gazetesindeki, Biga Ortaokulunun 1930’lu yıllara ait hatıraları:

“BİGA ORTAOKULU’NA AİT BİR HATIRA

1934 yılında, Ortaokula başladığımızda, okul, henüz bir yılını yeni doldurmuştu. Öğretim kadrosu tamam olmadığından, kazanın bir kısım memurları, yardımcı öğretmen olarak çalışıyorlardı. Bunlardan «Salih Baba» diye isimlendirilen, harita subaylığından emekli bir matematik öğretmenimiz vardı. Sert tabiatlı olduğundan kendisinden daima çekinirdik. Asabi mizacının yanında, babacan halleri de vardı. Fakir ve kabiliyetli öğrencilerle yakından ilgilenirdi.

Bir gün, matematik dersinde, orta sıralarda oturan öğrencilerden biri «Sulu sepken yağıyor!» diye fısıldadı. Hepimiz, bir anda, nazarlarımızı dışarıya çevirdik. Salih Baba, ağır işitmesine rağmen, bu fısıltıyı duymuştu. Pür hiddet, elindeki T cetvelini uzatarak, kimin fısıldadığını sordu. Korkudan buz kesilmiştik. Gerçekten kimin fısıldadığım bilmiyorduk… Sessizlik, hocamızı daha da hiddetlendirmişti.  Elindeki T cetvelini, gelişi güzel sallamağa ve sıra dayağına başladı. Başı yarılan, burnu kanayan, yüzü çizilen birçok öğrencinin feryadı, onu insafa getirmiyordu. Sonra, birden durdu ve sınıfı terk etti.

Bir de Hıfsı Bey isminde, Fen Bilgisi öğretmenimiz vardı. Pratik bilgiye çok önem verirdi. Her öğrenci, onun dersinden sınıf geçebilmek için böcek, kelebek ve tahıl koleksiyonlarını yapmak zorunda idi. Laboratuvar çalışmalarında, âdeta hepimiz birer operatör kesilir, hazırlanmış tahtalar üzerinde, kurbağaları gerer ve onların iç organlarını, deveran sistemlerini meydana çıkarır, kâğıtlara şemalarını çizerdik. Ona göre, ders yaparak daha güzel öğrenilirdi.

Aynı seneler, aynı sıralarda okumuş olduğumuz bir hayli Bigalı, okulumuza ve doğduğumuz toprağa böyle tatlı hatıralarla bağlıyız. İstiyoruz ki, feyz aldığımız bu okul ve bu topraklar, mâmur diyarlar haline getirilsin, insanları da müreffeh bir hayat yaşasın.”

Şevşet Ertuğrul

02.03.2020 Biga Ortaokulundan dayaklı hatıralar

Kocabaş Çayı

“Bu gazete Bigalılar Derneği tarafından çıkarılmıştır.”

Mes’ul Müdür: Turhan Onur

Teknik Sekreter: M. Doğançay

Sayı: ? Sayfa: 6

Tarih: 10 Mayıs 1967