MUHTARIN KÖŞESİ - Bizde esas itibarıyla iki tür hurafe var. Bir din adına üretilmiş, aslında dini tahrif eden hurafeler. Diğer taraftan da Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet adına üretilmiş hurafeler. Belki de onlara şehir efsanesi demek daha doğru olacak.

Oldukça hassas bir konuda kalem oynatmak zor zenaat. Hassas olduğu kadar netameli de. Sonunda ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranamamak da var. Gerçi derdimiz kimseye yaranmak değil. Doğru bildiğimizi dosdoğru söylemek. Öyle mıy mıy konuşmak huyumuz değil. Düşündüğümüzü ifade etmeyeceksek niye yaşıyoruz ki.

Hem “insan hakları, demokrasi ve düşünce özgürlüğü…” denince mangalda kül bırakmayanlar, düşündüğümüzü ifade etmezsek kızarlar (!) sonra...

Sözlerimizin ana hatlarıyla iki muhatabı olacak. Bir: Kendine demokratlar. İki: Kendine Müslümanlar…

Kendine Müslümanlar deyince, hemen Kâfirûn Sûresi aklına geliyor insanın. Ne diyor yüce kitabımız Kur’an- Kerim: Leküm dîniküm ve liye dîn. Yani “sizin dininiz size, benim dinim banadır”

Bu hususa yine döneceğim. Şimdi sadede gelelim.

Yani HU-RA-FE-LE-RE…

Bizde esas itibarıyla iki tür hurafe var. Bir din adına üretilmiş, aslında dini tahrif eden hurafeler. Diğer taraftan da Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet adına üretilmiş hurafeler. Belki de onlara şehir efsanesi demek daha doğru olacak.

Üstelik her iki cephede de birçok insan, birçok hususun hurafe olduğunu bilmelerine rağmen; bu yanlışlara sarılması belki de kendi takımlarını diri tutma gayesindendir. Ya da moda tabirle söylemek gerekirse, konsolide etmek içindir.  Bu biraz da arz talep meselesi belki. “Yalan da olsa söyle; hoşuma gidiyor” demiş ya  vatandaş. O hesap.

Yeri gelmişken hep aklıma takılan bir hususa da kısaca değineyim. N’olur “bir sürü insan…” gibi hayvanlara yakışacak bir ifadeyi kullanmayın erenler… “Bir çok insan”, “bir takım insan” gibi ifadelerin suyu mu çıktı yahu!

Bir de şu “ilgi ve alâka”yı aynı cümlede kullanmayın gari… Yanlış efendim yanlış! İkisi de aynı şey beya!

Konuyu fazla dağıtmadan “hurafelere" dönelim.

Vakti zamanında kızım ilkokula giderken bir gün geldi; “Baba Atatürk neden öldü?” diye sordu. Bildiğimiz kadarını anlattım. Malum siroz vs. Sonraki gün okuldan gelince sordum. “Ne yaptınız okulda bugün?” deyince, öğretmeni ile olan diyaloğunu anlattı. Kızım “siroz…” deyince; öğretmeni “Hayır yavrum, Atatürk savaşlardan yorgun düştü ve ondan öldü” der. Aynı anda  sınıftan itirazlar yükselmiş. “Ama öğretmenim benim annem de öyle söyledi; benim babam da böyle dedi...vs” diye çocuklar itiraz edince, öğretmen diyor ki: Çocuklar sizin söylediğiniz doğru ama ; siz böyle bilin, böyle söyleyin. Hem Atatürk seviyor diye rakı=ilerici, cumhuriyetçi olacaksınız, hem de içkiden kaynaklanan bir hastalığı reddedeceksin… Ne ayıp!..

Cumhuriyet’in ilan edildiğindeki meclis çoğunluğundan başlayarak o kadar çok husus var ki. Hangi birini saysak… Cumhuriyet=Demokrasi vurgusu yapanlar, tek partili 27 yıllık süreci nasıl açıklayacaklar acaba? Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında kurulup kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’yı nasıl izah edecekler dersiniz.

Bir başka hurafe ise Nazım Hikmet etrafında dönüp duruyor. Ne zaman hapse girdiği, niçin yıllarca cezaevinde yattığı gibi çok basit iki soruyu Google amcaya zahmet edip sorsalar adam tane tane anlatacak.  Aynı şekilde cezaevinden nasıl çıktığı ve yıllar sonra (2009) siyasi itibarının iade edilerek, tekrar TC vatandaşlığına alındığını da öğrenecekler. Aynı şekilde Mustafa Suphi’nin  Karadeniz’de nasıl boğulduğunu da…

İlginç bir başka durum da,  aslında Mustafa Kemal’in söylemediği bir çok sözü, o söylemiş gibi lanse edip, bir de sağa sola büyük harflerle yazanlar var. Dinimize sokuşturulmaya çalışılan uydurma hadislerle, Mustafa Kemal’e mal edilen uydurma sözler arasında ne fark var Allah aşkına. (Haşa! Karşılaştırmamız başak yerlere çekilmesin sakın)

Bu hususlar aslında “sussam gönül razı değil, söylesem kar etmiyor” diye özetlenecek kadar basit. Herkes kendi mahallesinde, kendi hurafeleri ile gül gibi geçinip gidiyor. Bunlara eklenen şehir efsaneleri de zamanla bir din olgusu gibi algılanıp hurafeliğe yatay geçiş yapılıyor… Hatta hatta hurafelikten Hurufiliğe dikey geçişle çağ atlanıyor. Ayrıca mesela “19” sayısı etrafında dönüp duran ipe sapa gelmez bir takım şeyler var. İnanmıyorsunuz belki ama merhum Cenk Koray kitabını bile yazdı. Kitabın adını yazıp gereksiz yere reklamını da yapmamayım bari.

Gelelim din adına dine sokuşturulan hurafelere… Bir de din adına Peygamber Efendimiz’den sonra İslam dininde ortaya çıkan yenilikler ve aşırılıklar var. Yani Bid’at. Hurafelerle , bid’at konusu bazen o kadar iç içe geçiyor ki, saf Müslüman kardeşim hangisi din, hangisi bid’at, hangisi hurafe derken kafası karışıyor.

Basit bir örnek vereyim mesela: Salı sallanır, uğursuzdur vs… Böyle salakça bir hurafeye inananlar var. Muhtemelen de geçmişi, İstanbul’un Fethi’nin Salı günü olması hasebiyle Bizans’tan kalan bir uğursuzluk hikâyesidir. Bunun gibi türbelere çul çaput bağlamak, kısmetim açılsın diye bilmem ne türbesine yüz sürmek, Telli Baba’dan tel kesmek falan…(Tüh ülen, artık gelin teli kullanmak diye bir şey de kalmadı. Kala kala siyah beyaz düğün fotoğrafları ile, miadını doldurmuş Yeşilçam filmleri kaldı)

İşin kötüsü din adına dine sokuşturulan ve sonrasında dine biraz mesafeli saf Müslümanların üzerine boca edilen bid’at ve hurafe ürünü hususlar insanları dinden çıkaracak noktaya gelmiş. Mesela hoca efendiye, ya da ne bileyim Kur’an okumasını bilen birine ver parayı, okut Kur’an’ı, git cennete…

Oysa ki Kur’an-ı Kerim “akledesiniz” diye defalarca uyarıyor bizleri. Öbür taraftan Mustafa Kemal “benim manevi mirasım ilim ve akıldır” dedi diye böbürlenen ve bunu İslam’ın ve Müslüman’ın karşısına bir argüman olarak sunanlar da var. Onlarca ayette “akıl” a vurgu yapan Kur’an-ı Kerim’i gericiliğin sebebi sayan; ilk emri OKU olan kutsal kitabımızı cehaletin kaynağı gören insanlar, yanlış Müslüman figürler üzerinden ağzına geleni söyleyecek; ama kendileri belli konuları haşa “din” gibi görüp tabulaştıracak; ondan sonra da kendilerini “ilerici” görecekler. Ergen z kuşağı gibi bir kelam edeyim: Saol!  Ben almayayım...

Bu pilav daha çok su kaldırır da şimdilik bir virgül koyalım...

AHMET TUNÇ’A DAİR
Ahmet Tunç kardeşim ile uzun yıllara dayanan bir abi /kardeş hukukumuz var. Dünya görüşümüz de uyuşmaz . Başka pencerelerden bakarız aleme. Ben vakti zamanında Bigazete’de köşemde yazarken o daha üniversite öğrencisi idi. Sonra Biga’yı mekan eyledi ve Bigazete’deki deneyimini LOKUM’da sürdürmeye başladı. Bigazete’deki son yazımı ırkçı bulduğu için Adil Korkut ile ilişkimi “bana yapılacak en büyük hakaret” diye bitirdikten epey sonra, Ahmet Tunç ile karşılaştığımızda, onun da Adil Korkut ile yaşadığı problemleri konuşurken, Lokum Medya’da yazma fikri gelişti. Bunu bazıları pek anlamak istemeyebilir ama benim görüş açım böyle. Zıtların beraberliğinden güzel bir sinerji çıkabiliyor. Uzun yıllar Jineps Gazetesi’nde de aynı pozisyonda yazdım. Belli bir noktadan sonra da nikâhı bozduk.

Demem o ki: Ahmet Tunç ile farklı siyasi duruşlarımız bir birimize saygı ve muhabbetimizi bozmaz. Ben bunu hayatımın her aşamasında yaşadım.

Benim Lokum Medya’da yazmam benim siyasi görüşüme halel getirmez. Dünya görüşümü de etkilemez.

Lokum Medya’da yazıyor olmam da Ahmet Tunç’un siyasete ve dünyaya bakışını değiştirmez. İkimiz de akıllı insanlarız. Gereksiz tezviratlara kafa yormayın derim ben…

İkimiz de asgari müştereğimiz “insan” olmayı  “akledecek” kişileriz.

Onun siyasi görüşü ona; benim siyasi görüşüm bana!..

İki şarkı ile bitirelim:
Mahsun Kırmızıgül, Adnan Şenses, Alişan, Zerrin Özer, Yavuz Bingöl, Kibariye vs. beraber söylüyor:

Kardeşlik Türküsü (Hepimiz Kardeşiz, Bu Öfke Ne Diye?)

Michael Jackson, Lionel Richie, Tina Turner  vs. beraber söylüyor:

We Are The World, We Are The Children

You Tube’den dinlemenizi salık veririm.